ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Sn. John Bass, gerçek basın toplantısı yerine, bir televizyonun kanalının bir programında, Ankara’ya ince “mesajlar” gönderdi. Konuşmanın ilginç bir ögesi, Sn. Büyükelçi’nin, Rusya Büyükelçisi Andrey Karlov’a tetiği çeken katilin mensup olduğu FETÖ’nün ABD tarafından korunduğu iddiasına (kendisine bu konu sorulmadığı halde) verdiği “Kanıt yok” yanıtı oldu. Bu belki iki ergenin kavgasında geçerli bir savunma argümanı olabilir; ama ülkelerin kendileriyle ilgili algıların temeli olan bir iddiaya karşı bundan daha sağlam yanıtları olması gerekir. Ama üzerinde duracağımız
nokta bu değil.
Sn. Büyükelçi, Türkiye ile Rusya arasındaki “normalleşme” sürecine değinerek, Türkiye’ye diplomasi dersi veriyor ve kendi ifadesiyle “Türkiye’nin Rusya’yla ilişkisini ilerletirken ve yeniden geliştirirken bu gerçekleri de göz önünde bulundurmasını umuyoruz” diyerek,
bir gerçeği hatırlatıyor:
“Rusya hükümeti uluslararası sınırları değiştirmek ve başka bir ülkenin bir kısmını ilhak etmek amacıyla son yıllarda askeri güç kullanmış olan tek Avrupa hükümetidir.”
Rusya’nın Kırım’ı ilhakını haklı göremeyiz, ama bu kısa köşede, Ukrayna’da, seçimle işbaşına gelmiş bir hükümetin
ABD’nin, 15 Temmuz kalkışması ve daha önce ya da sonra girişilen tüm istikrarsızlaştırma çabalarının arkasında olduğuna ilişkin çok komplo teorisi var; ama elimizde teori kanıtlamada kabul edilebilir bilimsel yöntemlerden herhangi birine uygun düşebilecek bir işlem yok. Yine de Rusya Federasyonu Türkiye Büyükelçisi Andrey Karlov’un Fetullahçı Terör Örgütü mensubu olduğu öne sürülen bir polis memuru tarafından öldürülmesi, ABD ile Türkiye arasındaki iade anlaşmasının işlemez halde olduğunu hatırlattı. Bu anlaşma işleseydi, muhtemelen bu örgüt işlemez olacaktı.
İki ülke arasında “Suçluların Geri Verilmesi Antlaşması” adlı bir metin var. Bu anlaşma neden işlemiyor? Bu sorunun cevabı, Center for American Progress adlı düşünce kuruluşunun dergisinde yayımlanan, Michael Werz ve Max Hoffman’ın kaleme aldığı “The Process Behind Turkey’s Proposed Extradition of Fethullah Gülen” (Türkiye’nin Fethullah Gülen’i İade Talebinin Arkasındaki Süreç) başlıklı makalede var. İade talebinin yerine getirilmesi için gerekli süreci anlatan yazarlar ABD mevzuatından doğan engellerin nasıl aşılabileceğini anlatıyor. Yazı, ne mevzuatta, ne anlaşmada olmayan bir “durumu” dikkate sunarak, esasen bu
Sanıyorum bazı şeyler hiç rastlantısal değil. Hatta bir cesaret, “Bu evrende rastlantı yok” diyeceğim. Hollywood’un son “sihir” reklamı “La La Land” filmi ile Obama’nın eline yüzüne bulaştırdığı son dört yılının sona ermesi ve Halep’teki son direnişçinin de çekilmesi, Şii Hizbullah milislerinin kente hakim olmasının aynı döneme denk gelmesi de rastlantı olmasa gerek.
Bu acı ve üzüntü veren olayı sizin zihninize çakan bir küçük kızın Youtube feryadı, babasının kucağında kenti terk eden bombardımanda yaralanmış bir bebeğin koluna bağlı sağlanan boş serum torbası, ya da Şii milislerin bir şahsı diri diri toprağa gömerken attıkları kahkahalar olabilir. Bunlar kadar acı bir başka unsur, kendisini tarihin kayıt defteri sayan “New York Times” gazetesinin, Halep teslim olduğu gün yayınlanan “Halep’in Yok Edicileri: Esad, Putin, İran” başlıklı baş makalesiydi. Evet, yazıda belirtilen hususlar, örneğin Rusların sivil yerleşim yerlerini bombalaması, hastanelerin tahrip edilişi, masum sivillere yiyecek, yakıt ve ilaç ulaştırılmasına engel olunması ve hatta daha fazlası doğru. Bunlar bir kenti, hatta o kentteki Sünni uygarlığını yok etme girişimidir. Fakat New York Times’ın bir Esad, bir Putin
Hayatımızı bir parça daha karartan, bununla birlikte mücadele azmimizi biraz daha kamçılayan bir terör saldırısına daha uğradı ülkemiz. Terör ve onun membaı olan şiddet siyaseti, içinde yuvalandığı toplumun şu ya da şu meselesini meşruiyet kalkanı yapsa da 21’inci yüzyılda “siyasal şiddet” diye bir şey kalmadı; hepsi uzaktan savaş, vekâlet savaşı halinde yürüyor. Burada anahtar kelime savaştır; bir siyasetin, silahlı bir kuvvet tarafından kabul ettirilmesi mücadelesi. Dış politika iç politikanın, savaş da dış politikanın uzantısıdır.
Ülkemizdeki terör eylemleri belirli bir örgütün kontrolü altında iken, tamamen denetimsiz, adeta bir terör karteli boyutuna ulaştı. Ne zaman? Arap Baharı denen olaylar zinciri sınırlarımıza dayandıktan sonra. Bahar denen bu bölgesel karakış ne zaman başladı? 2011’de. Ne amaçla? Kurulu düzenleri yıkmak üzere harekete geçen halkın iradesini hakim kılmak için.
Halk nerelerde nasıl harekete geçti? Tunus’ta muhteşem bir organizasyonla gerçekleşen kalkışmanın bölgeye yayılmasıyla. Hatırlayalım: Irak, Libya, Suriye ve Yemen’de iç savaşlar; Bahreyn ve Mısır’da ayaklanmalar; Cezayir, İran, Lübnan, Ürdün, Kuveyt ve Fas’ta geniş sokak gösterileri; Cibuti,
Sovyetler Birliği yıkılalı koca bir çeyrek asır geçti. Bu, sadece SSCB’nin çöküşü değil ama aynı zamanda bu çöküşün önlenebileceği, Sovyetlerin ayakta kalmaya devam edebileceği, sorunun reform yanlısı Gorbaçov’un alaşağı edilmesi ile her şeyin eski düzenine dönebileceğine inanan asker ve sivil Sovyet bürokrasinin kalkıştığı hükumet darbesinin durdurulmasının da yıldönümüydü.
Tarihsel olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisini kurmanın zor olması gibi, “Şu olay şu olayı çok etkiledi!” demek de hemen hemen imkansızdır. Fakat yine de bir cesaretle, 19-20 Ağustos 1991’de Moskova’da, Rus,Kazak, Kırgız, Özbek halklarının tankları elleriyle durdurmaları ile 15-16 Temmuz 2016’da, Türkiye halkının tankları durdurması arasında bir benzerlik, bir örnek alma ilişkisi bulunduğunu iddia edilebilir. Fakat asıl mesele bu değil.
Bu iki olaydan birincisi, 1912 yılında kurulan Rus Sosyal Demokrat Emek Partisi’nin (Bolşevik Partisiki sonra adını Tüm Sovyetler Birliği Komünist Partisi olarak değiştirdi) 1917’de Çarlık Sarayı’nı basarak ve Çar ile bütün ailesini öldürerek inşa etmeye başladığı dev Sosyalist Ütopya’nın 74’ncü yılında çöküşüydü. (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği resmen 1922’de kuruldu;
İki yıl önce bu haftalarda, Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin uluslararası piyasada Rus ekonomisine yönelik manipülasyonları fark ettiğinde, halka ve özellikle ihracatçı firmalara çağrıda bulunarak, ellerindeki dolarları satıp yerine ruble koymalarını istemişti. Benzeri bir durum daha yakın bir geçmişte Çin’de yaşanmış ve Amerika’da merkez bankası görevi yapan Federal Rezerv Kurumu’nun hareketsizliği karşısında şaşkına dönen Çin bankaları ve ihracatçı firmaları, dolarları elden çıkartarak, altın almaya başlamışlardı.
Bir ülkenin parasının dolar karşısındaki değerini kontrol etmesi, özellikle kendi parasının değerindeki hızlı düşüşü durdurmak için önlem alması kolay değildir. Nitekim o tarihte Putin Rus halkının yurtsever duygularına hitap etmek, özellikle ABD önderliğinde AB, Japonya ve Kanada’nın Rusya’ya uyguladığı ekonomik ambargonun olumsuz etkilerine dikkati çekerek, acil harekete geçmeleri çağrısında bulunmuştu. Bu çağrıyı izleyen haftalarda Amerikan basınındaki yazılarda, Putin’in ne diktatörlüğü kalmıştı, ne yeni bir Sovyet İmparatorluğu inşa etme amacı! Serbest piyasaya bu açık müdahale gösteriyordu ki Putin tam bir diktatördü ve Rusya asla bir serbest piyasa ekonomisi
Belki hemen her yerde öyle solun hali: Baştan ayağa melâl! Acıklı, hüzünlü bir durum. Fransa’da da öyle. Sosyalist Cumhurbaşkanı François Hollande, aday olmayacağını açıkladığı anda yapılan bütün yorumlar, Fransa’da başkanlık için nihaî turun, merkez sağ koalisyonun ortak adayı muhafazakar François Fillon ile milliyetçi-muhafazakar (belki babası kadar ırkçı değil ama..) Ulusal Cephe adayı Marine Le Pen arasında geçeceği yolunda oldu.
Kuşkusuz bunda ABD’den dünyaya yayılan Trumplaşma Sendromunun etkisi var. Bu sendromu, partilerin içinde kurulu düzenlerin ürettiği sıradan siyasetçilerin, sıradan siyasetleri yerine, şikayetçi geniş kitleler için, sonucu belirsiz büyük değişimler için aşırı, acımasız, bir çok toplum kesimi için kötü ve çirkin sonuçlar doğurma ihtimali çok açık da olsa, farklı çözümler üretmeye yönelik halk dalkavukluğu diye özetleyebiliriz. ABD’de işsizlik artıyor ve sokak kültürü bunu (istatistikler tersini söylese de) ülkeye kaçak giren Latin Amerikalılara bağlıyorsa, çözüm olarak işsizliği azaltacak, firmaların Çin’e ve Hindistan’a kaçmasını önleyecek çözümler yerine Çin Seddi benzeri bir Latino Önleme Duvarı önerip, bunun parasını (nasıl olacaksa?) Meksika
Haftaya, Suriye’de BAAS güçlerinin Halep’in önemli bir kesimini ele geçirdikleri haberiyle başladık; dilerim haftayı Halep’in düştüğü haberiyle kapatmayız.
Halep’i ve tüm Suriye’yi bu hale getiren, üç aşamalı Obama stratejisi (daha doğrusu, strateji yokluğu) oldu. Arap Baharı denen, kimin-neden-nasıl başlattığı ve hangi güçle sürdürdüğü hâlâ tam anlaşılmamış olan kalkışmanın yarattığı dev dalgalar Şam’ın kapısına ulaştığında, Esad ve BAAS’ın kısa zamanda bir Sünni kırımına dönüşen karşılığı, komşuları tarafından ikna yoluyla durdurulmak istenirken, ABD sessiz ve hatta kayıtsız kaldı. Sonunda komşularda tahammül bitip, Suriye halkı büyük direnişini örgütlemeye başladığında, o zaman Dışişleri Bakanı olan Hillary Clinton, önce tam destek vereceklerini açıkladı; sonra “Kime destek vereceğimizi biz tayin ederiz” havasına girdi; muhalefet beğenmemeye başladı ve sonunda öyle bir destek sağladılar ki eskilerin “Bir ikram var ki kötekten beter!” dedikleri şekle büründü.
Ve beş buçuk yılın sonunda, uçuşa yasak bölge ilan edilerek ülke içinde halkın sığınacağı güvenli alanlar oluşturulmadığı için 22 milyon Suriyelinin 5 milyonu ülke dışına, 7 milyonu ülke içinde başka kentlere sığınmış oldu.