Umberto Eco’nun kısacık bir kitabı vardır; 1997’de Can Yayınları’ndan “Yanlış Okumalar” adıyla çıkmıştı. Anlambilim alanında, eylem ve söylemleri yorumlarken, kişinin kolayca düşeceği tuzaklara işaret eden bu kitapta, ilerde bir tarihte Dünya’ya gelecek olan Marslıların, alafranga tuvalet taşlarını görünce bunun “Dünyalıların, tanrılarına çocuk kurban ettikleri sunaklar” olduğunu zannettikleri anlatılır.
Steven A. Cook, 1990’ların sonlarında Kudüs’ten Türkiye’ye gelmiş, halkı ve ülkeyi sevmiş, Bernard Lewis, Kemal Karpat ve Feroz Ahmad okuyarak Türkiye uzmanı olmaya karar vermiş bir dış politika yazarı. Birçok yazarın sık sık silkelediği ve böyle ağır bir yazıdan sonra gözü yaşlı bir “Daha da gelmem bu ülkeye” yazısı yazmış bir kişi. Michael Rubin tarzı bir “Neo-Con” tahlili yaptığı söylenemez ama “Kobani yanarken Türkiye’nin keman çaldığını” yazacak kadar da tarafsız bir gözlemci ve uzmandır. Gezi olayları sırasındaki analizleri de kendisinin dostu olan birçok yazar ve akademik kişiyi dehşete düşürmüş, ancak daha sonra kaleme aldığı Türkiye’nin stratejik öneminin kalmadığı, Erdoğan’ın reformcu kimliğinin artık kaybolduğu gibi çıkarsamalar hemen hiç kimsenin ruhunda derin
Psikolojideki bir kelimeyi duyunca kişinin ilk reaksiyonu dile getirmesi testi uygulansa ve “bürokrasi” kelimesi sorulsa, sanırım ülkemizde çoğunluk tepkisi “oligarşi” olurdu. Modern çağlarda, kamu hizmetlisi, devlet memuru kavramının yerini, kendisi için bir ekonomik sınıf, bir çıkar grubu, bir güç odağı niteliğini kazanmış olan bürokrasi aldı alalı, soldan sağa, Marx’tan Weber’e, bilim insanları, siyasetçiler ve bizzat bürokratlar, memurların olması gereken nokta ile bugün oldukları nokta arasındaki farkı irdelemekle meşguller. Weber örneğin, Alman ve Osmanlı imparatorluklarını inceleyip, ortaya bürokratik imparatorluk kavramını çıkartmış, hatta “Türkler olmasa bile Osmanlı devleti yaşamaya devam ederdi!” demişti.
Bugün bu kavramı biraz genişletip, “İngiltere’yi takiben diğer üyeleri tümüyle çıksalar bile Avrupa Birliği var olmaya devam eder” dersek, bir anlamı olurdu.
Olurdu; çünkü AB’nin, bakanlar kurulu ve parlamentosu ile tümü, süs niteliğindeki birkaç “seçilmiş” elemanın etrafını kuşatan bir bürokrasi fanusundan ibarettir ve Türkiye’nin hassasiyetlerine karşı sergilediği nasırlı katılık ve duygusuz tutum, bu bürokratik dar görüşün sonucudur.
Bir bakanlar kurulu düşünün
Amerika’nın, Irak’ın Kuveyt’i işgaline son vermek amacıyla yaptığı (ki, o işgal de ABD Bağdat büyükelçisi April Glaspie’nin Saddam’ı açık ve seçik sözlerle teşviki üzerine gerçekleşmişti) Körfez Savaşı, 2 Ağustos 1990’da başladı ve resmî olarak 28 Şubat 1991’de sona erdi. Bu tarihte artık ABD, İngiltere’nin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası Orta Doğu’ya verdiği düzenin işlemediğini ve bölgenin yeni haritalara sahip olması gerektiği, çok açık olmasa da think-tank’lerde, Kongre komisyonlarında ve hatta ABD Dışişleri Bakanlığı’nın ünlü 5’nci katında konuşulmaya, harita taslakları çizilmeye çoktan başlanmıştı. Bu da uzun hikaye.. Ama bu kadarla kalmadı!
Savaşın sona erdiğinin açıklandığı hafta, Temsilciler Meclisi’ne, bütçe tasarısına eklenmek üzere üç cümlelik bir teklif verildi. Bir avuç milletvekili, İran ve Irak’a (dikkat buyurun, Türkiye ve Suriye’ye değil) yönelik Kürtçe AM ve FM radyo yayını yapılması için Amerika’nın Sesi (VOA) Radyosu’na ek ödenek tahsisi istiyordu. Madde kabul edildi ve 25 Mart 1991’de Irak’tan gelen dört kişilik bir radyocu ekibiyle VOA, Kurmanci ve Sorani lehçelerinde Kürtçe yayınlara başladı.
Kürtçe yayın alanı çizilirken Türkiye ve Suriye’den söz
Başkan Obama, hafta başında Beyaz Saray muhabirlerinin karşısına geçti, birbiri üstüne yağan soruları eliyle durdurdu ve şöyle dedi:
“Bakın, o şimdi bizim başkanımız. Seçime girdi ve kazandı.”
Sonra ekledi:
“Evet, Beyaz Saray’a geldiği zaman onu uyandıracak şeyler olacak. Sahip olduğu (tanrı vergisi) armağanlar ona sistemi altüst etmesini sağlama imkânı verdi. Ümit ederiz ki bunları Amerikan halkının yararına kullanacaktır.”
Geçen çarşambadan beri solcu-liberal-muhafazakâr her eğilimden yazarın Trump değerlendirmelerini okuyorum. İki aşırı uçta, “Bugün yarın ABD zaten çökecek; Trump ABD’nin çöküşünü hızlandıracak” diyenlerin arasında, Obama’nın yaklaşımı bir örnek ve hatta bir ders niteliği taşıyor. Bence, sence ne kadar yetersiz ve hatta faşist ve ırkçı olursa olsun, Trump (yazmak bana da inanılmaz geliyor ama) ABD’nin başkanı ve Temsilciler Meclisi’nin yargılama kararı ile mahkeme gibi toplanacak Senato’nun görevden alma kararı olmadıkça da bu görevinde kalacak.
Obama’nın gazetecilerin biraz da saygısız tonunu önlemek istercesine, Trump’ın başkan seçildiğini, hem de beklenmedik bir başarıyla bu göreve geldiğini hatırlatması, cümlenin gerisi ne olursa olsun, demokratik geleneği, o
Amerikalı, yabancı, Trump yanlısı, Trump düşmanı herkesin dilinde bir soru var: “Trump neden kazandı?”
Doğrudan bu soruya cevap aramamakla birlikte şu ana kadar verilen cevaplar arasında bana en tutarlı görünenlerin başında, akademik çevrelerin dışında da ünlü olmuş Kaliforniya Üniversitesi öğretim üyesi Arlie Russel Hochschild’in araştırması var.
Ord. Prof. Hochschild, akademik hayatını Amerikan toplumunun farklı kesimlerinin duygularını nasıl geliştirdikleri ve bunu hayatlarında nasıl kullandıklarını irdelemeye hasretmiş bir kişi. O kadar ki, onun adıyla bilinen “Duygu Sosyolojisi” diye bir dal var: Mutluluk, hüzün, öfke, coşku, kıskançlık, haset, umutsuzluk gibi insanî hislerimiz büyük ölçüde sosyal niteliklidir. Her kültür, bireylerin ne durumda ne hissedeceğini, hissetmesi gerektiğini üyelerine öğretir.
Geçen Ağustos’ta yayınlanan “Strangers In Their Own Land: Angerand Mourning on the American Right” adlı kitabında, Hochschild, Amerikan Sağı’nda “öfke” ve “matem” duygularının nasıl geliştiğini araştırıyor. “Nasıl” belki 5 bin kilometre öteden bizi ilgilendirmiyor; ama Amerika’da kendisini “sağcı” veya “muhafazakar” olarak tanımlayan ve Cumhuriyetçi Parti’nin “ortanın sağında”
Amerikalıların geleneksel tutuculuğunun güzel bir ifadesidir şu atasözü: Bildiğim, tanıdığım şeytan, tanımadığım şeytandan iyidir! Amerikan seçmeni hangi adaya, hangi saikle oy vermiş olursa olsun, sonuçta Donald Trump, Amerika dışındaki bütün halklar için, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana tanınan emperyal gücün başkanıdır ve bu çehresiyle kendisinden cevap beklenen sorular, Hillary başkan olsaydı sorulacak sorulardan farklı değildir.
Ancaak! Hillary seçilseydi; neyin nasıl gelişeceğini kestirmek çok kolaydı. Şimdi en deneyimli diplomatlar, en gedikli siyasetçiler bile ABD’nin dış ilişkilerinin alacağı şeklin, sürdürmekte olduğu savaşların akıbetinin ne olacağı konusunda kolay cevap bulamayacaklar.
Başkan seçilen kişinin (tribünlere oynamaktan ibaret olan) seçim vaatleri bir kenara bırakılarak, izleyeceği iç ve dış siyasetleri genellikle kabinesine alacağı kişilere bakarak irdelemek gerekir. Amerika’nın şu anda 15 bakanlığı ve 7 bakanlık düzeyinde dairesi var. Anayasaya göre başkan, bakanlık sayısını istediği gibi artırabilir, azaltabilir. Seçimi kazanmadan önce kimi bakan yapacağı konusunda fazla düşünürse, seçime uğursuzluk getireceğine inanan Trump, bu sebeple isimler
Bu, kendimden söz ettiğim ilk ve son yazı olacak. Elbette hayat tecrübelerimden, bana söylenen sözlerden, okuduklarımdan, öğrendiklerimden söz etmeye çalışacağım. Gazete makalesi başka nedir ki? Ancak doğrudan kendinden söz eden yazarlar, “Ben ben...” diye gümleyen içi boş davul izlenimi verir bana daima.
Uzun yıllar Hürriyet, Tercüman ve Güneş deneyimlerimden sonra, daha da uzun yıllar ABD’de yayın ve Internet geliştirme alanlarında çalıştım.
1968 kuşağı diye anılan ve ne aradığını bilmeyen gençlerin arasında belki de yok olup gidebilirdim. Ama bir yıl sonra, Yaşar Kemal’in yardımı ile kendimi Hürriyet’in Ankara Bürosu’nda büro şefi Oktay Ekşi’nin karşısında buldum. “Delikanlı” demişti bana, “Sen artık gazeteci olacaksın. Şu kapıdan girerken ideolojini, şapka gibi kapının yanında bırakacaksın.”
O tarihten sonra benim için hep öyle oldu. Nezih Demirkent’ten kokar-bulaşır ama nezih gazete yapmayı öğrenip uygularken de, zamanının en ideolojik gazetesi olan Tercüman’ın yayınını yönetirken de, kendi ideolojimi,
kendi fikrimi-zikrimi hep gazetenin kapısında bıraktım.
Bu geçen zaman içinde gazete ve haber ajansı için haber yazmaktan, radyo haberciliğine, televizyon yayıncılığına,