ABD derin devletinin 11 Eylül 2001 saldırılarını vesile bilerek yürürlüğe soktuğu iki plan var: Önce Rusya Federasyonu’nu parçalayarak Çin’deki rejime son vermek ve Ortadoğu’da yarım kalmış haritayı yeniden çizmek. Bu kadar resmi ifadeleri bir kenara bırakıp basite indirirsek, bu iki planı Moskova-Pekin yolunu açmak ve ‘Teröristan’ı kurmak diye özetleyebiliriz.
Bu iki planı ABD derin devletine (ki askeri amaçlı sanayi kuruluşlarının sahip ve tepe yöneticileri, bakanlık müsteşarları, hukuki-dini kurumlarda oluşturulmuş Mason-Siyon-Evanjelist aydın ittifakına kısaca bu isim veriliyor) öneren ve kabul ettiren, demokratik geçmişine saldırgan milliyetçilik boyutu eklemiş olan bir avuç insandır. Bunlara da kısaca Yeni Muhafazakarlar (Neoconservatism veya NeoCon’lar) deniyor.
Akademik bir tartışma açmadan ama komplo teorisi suçlamalarına da maruz kalmadan, bu tanımlamanın gerçekliğine kısaca işaret etmek isterim: Yeni Muhafazakarlık, 1960’larda giderek pasifleşen Amerikan Demokratlarına öfke, hızla büyüyen
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra Türkiye, 31 Temmuz 1959’da ortaklık başvurusunda bulundu. 1968 yılında Prof. Dr. Fahir Armaoğlu’nun dersinde hazırladığım yıl sonu ödevinde, “AET’ye başvurumuzun üzerinden 10 yıl geçti; hala bir cevap bekliyoruz” diye yazdığımı hatırlıyorum. Fahir hoca, bu cümlenin yanına bir ok çekip, ucuna, “Daha çok beklersin!” yazmıştı. Ciddiyetiyle sadece öğrencileri değil, oturduğumuz sıraları bile titreten hocanın bu “şerh”i o kadar olağandışıydı ki, o tarihte asistanı olan Prof. Oral Sander anı olarak saklamak üzere benden almıştı.
Ama güncel konumuz, AB’nin bizi, başbakan rahmetli Adnan Menderes’ten bu yana bütün hükumetlerimizi, bütün milleti oyalayan bu tavrı değil; konumuz AB’nin Kıbrıs Türklerine karşı hafta başında yayınladığı haddini aşan, ölçüsüz, küstah, saygısız bildirisi. Bildiri, AB’nin Dışişleri ve Savunma Politikaları Yüksek Temsilcisi (birliğin bakanlar kurulu sayılan Avrupa
ABD başkanı, yılların verdiği deneyimle, edinimleri ve kazanımları ile saygı uyandıran, siyasal kararlarının geçmişi ile herkese güven veren bir kişi… Olamadı.
Trump böyle birisi değil çünkü. İlk görev süresinde popülist uygulamalar ile ABD’yi dünyaya yön veren bir süper güç olmaktan çıkartmıştı. Evet, bir ilkesi var: Her şeyden önce Amerika! Bu ilke ile Meksika’dan gelen ucuz iş gücüne duvar ördü; Çin’den yapılan ithalata yüzde 100 gümrük vergisi koydu. NATO’nun Avrupalı üyelerine “Ya savunma paylarınızı arttırırsınız, ya da Putin’e yem olursunuz!” dedi. Bunları alt alta koyduğunuz zaman ortaya ülkesinin, halkının çıkarını ön planda tutan bir lider imajı çıkmıyor değil. Ama bunlar, gazete manşetlerine, TV’lerin akşam haberlerine çıkan, iş dönüşü, her gün artan fiyatlarla mücadele edilmesi, maaşların enflasyonun karşısında erimesine çare bulunması beklentisiyle TV’sini açan Amerikalı orta gelir grubuna çok iyi
Amerika’da bugün seçim var... Bir tarihte “Sadece ABD’nin değil tüm dünyanın başkanı” denilen kişi seçiliyor. Ama görünen o ki, 5 Ocak’ta göreve başlayacak bu kişi, “tüm dünya” şöyle dursun, “tüm Amerika” tarafından başkan olarak tanınmayabilir.
Trump, 4 yıl önce oynadığı “demokratik darbe” yöntemini tekrar oynamaya hazır. Bu yöntemin adı “contingent election” (koşullu seçim) ve ABD tarihinde bugüne kadar sadece üç kez, 1801, 1825 ve 1837’de uygulanmış.
Biliyorsunuz, ABD’de başkan ve yardımcısı iki dereceli seçimle belirleniyor. Halk, kime oy vereceğini açıklamış “ikinci seçmenleri” seçiyor. Gerçi bugün yapılan ve sonuçları ancak yarın alınacak olan oy verme işleminde en çok oyu alan aday belirlendi; ama yine de ikinci seçmenler kurulu, 17-25 Aralık arasında eyaletlerinde toplanacak, “usulen” bir oylama yapacak ve alacakları sonuç, aynı zamanda Senato Başkanı olan Başkan Yardımcısı
Suriye lideri Beşar Esad da rahmetli babası gibi uluslararası diplomasi dehasıdır ya! Baba Hafız Esad, ABD eski başkanı Clinton ile gizlice görüşüp, kendisini 1994’te Şam’a getirtmeyi başarmıştı. Gerçi bu ziyaret, Suriye ile İsrail’in arasını bulma amacını taşıyordu ve daha sonra Clinton’ın “Gitmeseymişim de olurmuş!” diye özetlediği bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ama baba-oğul Esad’lar Sovyetler Birliği dağıldıktan, ABD’nin Irak’ı işgal ve tarumar etmesinden sonra, Washington’la hep iyi ilişkiler kurmaya çaba gösterdiler. Beşar Esad, Irak Şam İslam Devleti’ne (DAEŞ) karşı harekatında ABD’ye yardımcı olmak amacıyla, Amerikan ordusunun ülkesinin üçte birini işgal edip, orada bir fiili özerk Kürdistan bölgesi (Rojava) kurmasına bile razı olmuştu. Beşar Esad’ın bu yanlış hamledeki gerçek amacı, Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye’de esen özgürlük rüzgarlarını bastırmak ve muhalefete karşı ABD’nin desteğini kazanmaktı. Ama İsrail ve Amerikalı müttefikleri Neoconlar,
İran’ın yüksek perdeden “misillemenin misillemesine misilleme” (!) çağrısına aldırmamak lazım; çünkü İsrail, 200 roketin intikamını “düzinelerle uçak” ile alarak, hedef olarak nükleer tesisleri değil radar tesislerini seçerek, kısasa kısas yapmadı.
Çünkü ABD seçimlerine sadece bir hafta kala, İsrail arkasında binlerce ölü, atacağı bombaların radyasyonuyla Türkiye’den Irak’a, Azerbaycan’dan Ermenistan’a, Pakistan’dan Türkmenistan’a 387 milyon insanı ölüm ve hastalık tehlikesinde bırakacak bir nükleer yöntem tercih etmiş olsaydı, bunun zararını Netanyahu’dan çok ABD başkan adaylarından Cumhuriyetçi Donald Trump görürdü.
Kamuoyu yoklamaları, Trump’ın Demokrat aday Kamala Harris’ten sadece yüzde 2 önde olduğunu gösteriyor. Amerikan seçmeni, Cumhuriyetçilerin geleneksel olarak İsrail yanlısı, Demokratların da hala “iki devletli çözüm” fikrini savunduklarını bilir. Gerçi, Demokrat başkan Joe
Anti-semitik olmadan, dini konularda iddiada bulunmadan, Netanyahu’nun -sözün gelişi-boynunu ipten kurtarmak için, Tevrat uzmanı kesilmesinin ne gibi muhtemel sonuçları olabileceğini tartışıyoruz.
Psikologların izah ettiği bir durum vardır: Amygdala Hijack. Beynin alt tarafında, bademe benzediği için ismi “badem” anlamına Yunanca amigdale kelimesinden türetilmiş, duygusal hafıza ve tepkilerin oluşmasında birincil role sahip bu bölge, aşırı stres halinde, frenleri kilitlenen bir otomobil gibi, insanı duygusal şarampole yuvarlar. İnsan, özellikle başkalarının hayatını etkileyen bir durumda, stresle başa çıkma yollarını bilmiyorsa, “savaş veya kaç” (fight or flight) durumunda kalır. Kendisini köşeye sıkıştıran hatasından dönmenin duygusal (ticari ya da siyasi) faturası ağır olacaksa, hatada ısrar etmenin bir ya da birkaç “tık” ötesinde bulur kendini...
Netanyahu’nun kafasındaki ses, ona sürekli yanlış yaptığını, İsrail’in mahvına ve çok sayıda Musevi’nin ölümüne sebep olacağını haykırıyor. Bu ses, Gazze’deki
Ortadoğu halklarının çoğunluğu, Tufan’dan sonra insanlık yeniden canlanırken Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın soyundan türemişlerdir, denilir. Hz. Nûh’un 4 oğlu vardı: Hâm, Sâm, Yâfes ve Ken’ân (veya Yâm). Ken’ân, gemiye binmemiş ve boğulmuştu. Samiler veya Sami halkları, Nûh oğlu Sâm’ın soyundan geldiğine inanılan, etnik olarak birbirleriyle akraba Ortadoğu halklarıdır. Günümüze kadar gelebilmiş Sami halkları Araplar, İbraniler (yani Yahudiler), Süryaniler ve Maltalılardır.
Bu kadar lafı neden ettim? “Anti-semitik” olmadığımı bir kere daha vurgulamak için. Bir insan anti-semitik ise, sadece Musevilere değil, bütün Ortadoğu halklarını küçümsüyor, onlara tepeden bakıyor ve aşağılıyor demektir.
Batı ve Doğu Avrupalılar, Ruslar, kısaca Hristiyanlar, Musevileri karanlık Ortaçağ’ın başlangıcından itibaren, aşağılamış, küçük görmüş, öldürerek ve sürerek toplumlarının dışına atmak istemişlerdir. Osmanlılar Yahudileri kendilerine daha yakın görmekteydi;