Aziz vatandakileri kastetmiyorum; medyası-sosyal medyası ile koro halinde ne HTŞ’nin cihatçılığını ne Türkiye’nin cihatçılara yardım ettiği için kurulacak masadan şimdiden tecrit edildiğini bıraktılar. Ülkedeki artan siyasal gerginliğin, ulusal çıkarların en çok gözetilmesi gereken bir dönemde dahi, aklıselimi, soğukkanlılığı ve uzun vadeli düşünme, büyük fotoğrafı görebilme becerilerimizi yok etmesi, acı, ama anlaşılabilir.
Ancak uluslararası arenada bazı kişiler var ki, sırf muhalefet ittifakının yıldırım harekatıyla, 61 yıllık diktayı, 13 yıllık iç savaşı, yaklaşık 10 günde sona erdirmesinde, Türkiye’nin istikrarlı bir politikayı dikkat ve ısrarla sürdürmesinin payını gördükleri için olacak, bir anda Esadcı kesilmelerini anlamak çok ilginç. Bunların arasında yer alan, Irak’ın parçalanmasında birinci derecede rolü olan, o günden beri de Suriye’nin de parçalanarak, teröristanın inşası için planlar projeler geliştiren NeoCon’cu Michael Rubin, muhalefetin zaferini,
Türkiye, Mart 2011’den beş gün öncesine kadar, tabir yerinde ise iki borazan çalıyor: “Suriye’nin toprak bütünlüğüne asla zarar getirilemez” ve “Beşar Esad’ın, ülkesinde bir uzlaşı zemini araması, adil ve serbest seçimlere gidilmesini sağlaması için yardımına hazırız.”
Bu iki ilkeden ikincisi, bizzat Esad tarafından Ankara’ya (veya Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşebileceği bir yere) gelerek, kendisine uzatılan eli sıkmamak suretiyle reddedildi. Ülkesinin tek parça olarak kalması, ülkesindeki Alevi-Sünni-Nusayri, Arap-Türkmen-Kürt, Müslüman-Hristiyan ayırt edilmeden, Osmanlı zamanında 402 yıl boyunca olduğu gibi, çok uluslu ama ülke birliğini koruyarak devamı zaten Beşar Esad’ın hiçbir zaman vazgeçilmez bir sevdası olmadı.
Arap ve İslam dünyasında Suriye adıyla bilinen bölge daima Şam olarak adlandırılmış, 1516’dan sonra Osmanlı yönetimi tarafından yapılan düzenleme ile ülkenin adı Suriye, merkezi Şam Vilayeti olarak anılmıştır. Elbette o zamanki Suriye,
Biri Suudi veliaht Muhammed bin Salman, diğeri Birleşik Arap Emirlikleri’nin yeni lideri Muhammed bin Zayed. MbS ve MbZ olarak isimleri ülkelerinde ve diğer baskıcı Arap rejimlerinin devamı çabasıyla anıldı. Suudi prens MbS, dikta ve baskıcı rejim yaftasından bıkmış olacak ki şimdi Arabistan’da, giyinik olması şartıyla dansöz gösterilerine izin veriyor. Oysa MbZ, de facto emir oldu ama reform şöyle dursun, babasının izin vermiş olduğu toplantı haklarını bile geri aldı.
Bu iki Muhammed’in şöhreti, Müslüman Biraderler gibi, ne ölçüde adil ve serbest seçim yanlısı oldukları tartışmalı da olsa, baskıcı rejime karşı, özgürlükçü hareketlerin mensuplarını bile darağacına göndermeleri ile başlamıştı. Mısır, Fas, Cezayir, Suriye ve Ürdün’deki Arap Baharı hareketi, bu ikilinin o ülkelerde işbaşındaki diktatörlere para ve silah yardımı ile bastırılmıştı.
Bu bastırma çabasının en kanlı, en vahşi uygulaması Suriye’de olmuş, iki Muhammed’in yardımıyla, Beşar Esed ve Baas rejimi, başta Halep olmak üzere muhalefetin
Son 4 gündür, sosyal medyada (ve geleneksel medyada) süren “Halep fırtınası” dikkate alınırsa, şimdi “Halep Haleplilerindir; Halepliler de, ister Sünni, ister Şii, ister Türk, ister Arap, ister Kürt olsun, Suriye’nindir” deyince, sanki biraz ayrık otu misali kalma riski var ama… Sonuçta hayat dediğiniz şey de bir riskler kümesidir.
Tahrir el-Şam (Şam Kurtuluş Heyeti-HTŞ) ve Türkiye’nin desteğine sahip Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), Almanların “Blitzkrieg” (Yıldırım Savaşı) dediği taktikle, Suriye’de, sürpriz, sürat ve üstün ateş gücü yoluyla Baas ve İran destekli milis kuvvetlerinde psikolojik şok, bunun sonucunda da dağınıklık yaratmayı başardı.
HTŞ, El Nusra Cephesi, Ensaruddin Cephesi, Ceyşu’s-Sünne, Liva El-Hak ve Nureddin Zengi Hareketi gibi çok farklı eğilimdeki grubu bir araya getiriyor ÖSO ise Suriye Ulusal Konseyi isimli, Baas’tan ayrılan milletvekili ve askerlerden olan birliğin silahlı kanadıdır. Türkiye, Ulusal Konseyi ve onunla iş birliği yapan muhalif grupları Suriye iç savaşından
İsrail, 7 Ekim 2023’ten bu yana sadece Gazze’ye değil, Lübnan’a da saldırıyordu ve bu saldırılarında en az 3 bin 823 kişi öldü ve 16 bin kişi yaralandı, sakat kaldı. Katil Netanyahu ve siyonist ordusu, ateşkes görüşmeleri sırasında bile 55 kişiyi öldürdü, 160 kişiyi yaraladı.
Netanyahu ile içeride ve dışarıdaki suç ortakları, 7 Ekim’den bu yana her iki ülkede, Filistin’de ve Lübnan’da 50 binden fazla insanı katletti; Gazze’de özellikle sivil halkı topyekun ortadan kaldırma niyetiyle işledikleri savaş suçları nedeniyle katliamın boyutunu soykırımına çıkarttı. Gazze’de saat başına ortalama iki annenin öldürüldüğü hesaplanıyor.
Ama ne oldu biliyor musunuz? O günden bu yana, İsrail’in siyonist hükumeti ve onun başkanı, açıkladıkları siyasi ve askeri hedeflerden hiçbirini gerçekleştiremedi. Hamas’ı ve Hizbullah’ı ortadan kaldırmak için ABD Genelkurmay Başkanı’nın dahil olduğu strateji toplantıları yaptılar; ama dimdik olmasa da - her iki örgüt de ikişer
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), savaş suçları, insanlığa karşı işlenen, soykırım ve saldırı suçlarına bakan bir uluslararası mahkeme. 2003 tarihinde çalışmaya başladı; önceleri, ABD de destekliyordu ama Amerikan vatandaşlarının muaf olmasını sağlayamayınca, kuruluştan çekildi. 139 devlet anlaşmayı imzaladı; 123 devlet onayladı. Avrupa Birliği üyeleri UCM’ni tanıyor; nitekim, dışişleri ve güvenlik komisyonları başkanı Josep Borrell, mahkemenin İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkındaki tutuklama emrine saygı duyulması ve bunun uygulanması gerektiğini söyledi.
Yani, Netanyahu, bir ülkenin işbaşındaki başbakanı, mesela uçağı benzin almak için İspanya’da dursa, yaka-paça indirilecek ve Madrid’de bir hücreye tıkılacak. Bunu, olayın milli boyutunu biraz abartmak için böyle söylüyorum; belki nezaketle inmesini rica edip bir otelde gözaltına alırlar. Ama sonuçta, tarihi şanla ve şerefle dolu olmasa bile 10 milyonluk bir ülkenin başbakanından söz ediyoruz.
O ülke ki, Osmanlıdan bu yana, Haşimilerden
Kraliçe Marie Antoinette, ünlü sözü “Bırakın pasta yesinler!” ile kraliyetinin kaygısız yaşam tarzını özetliyordu. Kocası, 15. Louis, bu felsefeyi bir adım öteye taşıdı:
“Apres moi, le deluge” (Benden sonra tufan).
Bir kral (veya demokratik bir lider), kendisinden sonra ülkesinin yok olmasını dilemeyeceğine göre, bu söz, bugüne kadar yorumlandığı üzere bir şımarıklığın ifadesi midir? Yoksa uluslararası ilişkilerdeki realist kuramın, hem de Offensive Realism (Saldırgan Gerçekçilik) denen versiyonuna uygun bir beklenti midir?
Bu soruyu tartışmak için belki henüz erken; belki de bu yazı, bu soruyu irdelemek için bir gün geç kalmış bir yazıdır. Çünkü ABD derin devleti ve onu temsilen demokratik şekilde görevdeki son 60 günü geçirmekte olan Başkan Joe Biden’ın verdiği pası, Ukrayna’nın hala ne yapmak istediğini kimsenin çözemediği başkanı Volodimir Zelenskiy, Rusya lideri Vladimir Putin’in kalesine gönderdi.
Biden, Ukrayna’ya bir yıl önce vermiş olduğu 300
Gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni Özay Şendir’in 15 Kasım tarihli Trump ve bakanlarını değerlendiren yazısında, ders niteliğinde bir hüküm vardı. Şendir üstadımız, ülkemize nereden bulaştığı belli olmayan “Trumseverlik” salgınına karşı argümanları sıraladıktan sonra, “Kimilerinin çok savunduğu mal bu işte...” diyordu.
“Mal” emtia anlamına!
Trump’ın yönetim üyelerini seçerken gösterdiği tutuma New York Times editörleri anlamı bol “frenetic” kelimesini yakıştırıyorlar: çılgınca, telaşlı, korkudan aklını kaybetmiş gibi. Öyle ya, hakkında 18 yaşından küçük kişilerle cinsel ilişki iddiasından soruşturma yapılan kişiyi Adalet Bakanı, “Beynimin yarısını kurtlar yedi!” diyen ama beyninde kurtların yediği bir bölüm bulunmayan aşı düşmanı kişiyi Sağlık Bakanı, eski başkan Obama’nın 2015’te ABD’nin Baltimore kentinde bir camide yaptığı konuşmayı kınarken, bütün İslam’ı ve Müslüman ülkeleri suçlamaktan çekinmemiş kişiyi Dışişleri Bakanı atamak,