ABD, Uluslararası Atom Enerjisi Dairesi’nin (IAEA) tahminlerine dayanarak İran’a birincisi 1984’te, ikincisi 1996’da iki kez ambargo ve yaptırım ilan etti. Bu yaptırımlar o kadar ağırdı ki İranlı bir iş insanına selam veren bile ele geçirildiği takdirde, soluğu ABD hapishanelerinde aldı. (Örnek: Halk Bankası Genel Müdür yardımcısı Hakan Atilla.)
Nükleer silah edinmesini önlemek için uzun görüşmeler yapıldı ve sonunda, ABD ile beş Avrupa ülkesi İngiltere, Fransa, Almanya, Çin ve Rusya 2015’te birçok sınırlamalar ve denetim mekanizmaları getiren anlaşmayı İran’a kabul ettirdiler. Bu anlaşmayla İran, yılda 300 kilodan fazla zenginleştirilmiş uranyum imal etmeyecek, ABD’nin İran’a ve İran ile yasaklanmış malların alım-satımını yapan ülkelere uyguladığı her türlü yaptırım da kalkacaktı.
Her şey yolunda giriyordu. IAEA ve AB, bu anlaşmaya vücut veren görüşmeleri başlatmış olan Türkiye ve Brezilya, İran’ın anlaşma sınırlarını aşmadığını teyit ediyorlar; İran da tüm dünyayla serbest ticaretine devam ediyordu. Ta ki Eylül 2018’e kadar!
Bu tarihte BM Genel Kurulu’nda kürsüye elinde birtakım nerede çekildiği ve ne gösterdiği anlaşılmayan fotoğraflarla gelen İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu,
Büyük üstat, köşe yazar-lığının modern kurucularından rahmetli Çetin Altan’ın çok gün yüzü görmedik, deyimleri vardı; ki çoğunu ancak o yazabilirdi, başka birisi olsa hakkında müstehcen neşriyattan dava açılabilirdi. Bunlardan birisi yerine getirilmeyen bir evlenme vaadi fıkrasıydı, anlatılan olayın kurbanı kadının “Hep vaat, hep vaat...” inlemesi ile son bulurdu.
Allah’a şükür, Türkiye kendisine verilen ama tutulmayan sözlerden dolayı hiçbir zaman bir acz içine düşmemiştir ama yine de zaman-zaman tutulmayan sözlerden şikâyet hakkı doğmuştur.
Konuyu Çetin Altan’ın fıkrası düzeyinde ele alıyor olmak, bu tutulmayan sözlerin artık şikâyet aşamasından, alay konusu edilme düzeyine geçtiğine inandığımızı gösteriyor olmalı. O ABD başkanı ki, “Fırat’ın doğusunda birlikte devriye yapacağız” dedi; devriyeye ayrılan askerler terhis oldu, ama devriye başlayamadı. O ABD başkanı ki, PKK uzantısı PYD ve YPG’ye “eğit-donat” desteği verilmeyeceğini söyledi; ertesi gün daha çok PKK’lı eğitilmeye ve donatılmaya başlandı. Hem de kendi özel temsilcisi Brett McGurk tarafından alay konusu yapılarak. Trump daha sonra Irak ve Suriye’deki askerlerini çekeceğini vaat etti; savunma bakanı Jim Mattis bu kararı
Suriye iç savaşının ilk somut sonuçlarından biri, ABD’nin ülkenin kuzeyindeki Derek, Kamışlı, Serekaniye, Telabyad, Kobani, Azez ve Afrani kentlerinde özerk yönetimler kurdurması oldu. Kürtçe “batı” anlamına gelen Rojava’da yönetim Kürtler, Araplar, Süryaniler, Ermeniler ve Ezidiler arasında paylaştırılmış görünse de bu yöre, Türkiye’den gelen ve Arapça bile bilmeyen PKK teröristlerine bırakılmıştı. Abdullah Öcalan Şubat 2015’te PKK’ya Türkiye’de silah bırakmayı ve kendi kendisini feshetmeyi bildirdiğinde, bu bildirimin hiçbir değeri olmadı; çünkü PKK artık onun değil, çömezlerinin yönetimindeydi ve çömezler, ABD Suriye Koalisyonu Özel Temsilcisi ve Tam Yetkili Elçisi Brett McGurk’un “paydaşları” idi.
ABD’nin planı Irak’ı Akdeniz’e bağlayacak bir terör koridoru açma ve burada kuracağı özerk bölgeyi PKK’nın Suriye kolu PYD ve onun silahlı kanadı YPG’nin kontrolüne vermekti. Ancak Türkiye’nin Zeytin Dalı Harekâtı bu oyunu bozdu; Başkan Trump PYD’ye koruma sağlayan ABD askerlerini geri çekmeyi kabul etti. Ancak hatırlayacaksınız, bu vaat yerine gelmedi; tersine, ABD askerlerinin sayısı artırıldı.
Suriye’de olanlarla PKK’nın varlığını sürdürmesi arasındaki bağı görüyor olmalısınız: Bir
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi bitti; ama propaganda döneminin son iki gününde iç siyaset gündemine giren, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) eski genel başkanı, ömür boyu hapis mahkûmu Abdullah Öcalan’ın HDP seçmenine oy kullanmama çağrısı, bu örgütle ilgili tartışmaları yeniden başlatacak gibi görünüyor. Bu vesileyle ortaya çıkan bir nokta, infaz yasasının AB kurallarıyla uyumlu hale getirilmesi ve af yasası değişiklikleriyle bütünlüğünden çok şey kaybetmiş olması hususudur. Bu, muhtemel tartışmaların iç boyutunu oluşturacaktır.
Konuya dışarıdan bakıldığı zaman, Abdullah Öcalan’ın kendi veya karşı tarafın talebiyle ziyaretçi kabul edip edemeyeceği veya ziyaretçileriyle dışarıya siyasal demeç niteliğinde mektuplar ulaştırıp ulaştıramayacağından ziyade, bu mektubun terör örgütünün geleceğini nasıl etkileyeceği sorusu olacaktır.
PKK’nın 25 Kasım 1978’de Lice’de kurulmasından önce ve daha sonra uzun yıllar Türkiye’de Kürt halkına karşı bir ret ve inkâr politikası vardı. 1977 yılında Bayındırlık Bakanı olan Şerafettin Elçi’nin verdiği “Türkiye’de Kürtler vardır; ben de bir Kürdüm” demecini Hürriyet’te manşetten haber verdiğimiz zaman kopan fırtınaları ve tepemize yağan
Birçok liderin iktidara gelişi kanlı olmuştur. Timur, Kraliçe 1’inci Mary (“Bloody Mary”), Lenin, Stalin, Hitler, Mao, Pinochet, gelişleri ve iktidarda kalışları en kanlı kişiler olarak hatırlanıyor. Ancak bir halkın umudunu katletmek dendiği zaman, iktidara gelişi 817 kişinin katliamıyla gerçekleşmiş olan Mısır Devlet Başkanı Abdül Fettah El Sisi akla geliyor. 2013’ten bu yana düzmece mahkeme kararlarıyla asarak veya cezaevi koşullarında 57 kişiyi daha öldürdü. Bu rakama şimdi, Mısır’ın halk tarafından seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi de eklendi.
El Sisi, düzmece gösterileri bastırmak iddiasıyla altı yıl önce iktidarı bir darbeyle ele geçirdiğinde, Mursi ve hükümet üyeleri tutuklandılar ve “yabancı bir ülkeyle casusluk yapmak” gibi komik iddialarla mahkemeye verildiler. Uluslararası kuruluşlar ve birçok ülke bu mahkemeleri tiyatro olarak niteledi.
Mursi ve onunla birlikte tutuklanan Müslüman Kardeşler örgütü yöneticisi olmakla itham edilen 24 lider şimdi tamamen yok edilmiş bulunuyor. Cezaevinde iki kez kalp krizi geçirmiş olan Mursi, Türkiye ve uluslararası gözlem kuruluşları talep ettiği halde, tedavi edilmemişti. Bu sebeple, daha öncekilerin ve hafta başında mahkeme
ABD derin devleti, tümüyle kaybetmek üzere olduğu Türkiye siyasetini üzerine yıkacağı sorumluyu arıyor. Önce suçu NATO’nun üzerine atmak istediler. Güya S-400’lerin F-35 ve diğer ortak batı standartlarına uygun olmadığını öne süren NATO imiş. NATO’nun askeri yapısının başındaki Amerikalı bile bu yalana ortak olmadı; iddianın ABD savunma bakanlığından çıktığını açıklamak zorunda kaldı.
Sonra Türkiye’yi suçlamaya kalktılar. “Size Patriot’ları verelim; Rusların sistemini almayın!” demişlermiş; Türkiye buna rağmen Rus sistemini almışmış. Türkiye şu anda bile Patriot’ları istese vermeyeceklerini Trump’ın gözüne soktu! Şimdi sıra Rusya’da. Bütün bu kargaşa, Rusların ABD ile Türkiye’nin arasını açma çabasının sonucu imiş. Herhalde Rus casusları bildirdiler Türkiye’ye, Kongre’nin Patriot satışına izin vermediğini!
ABD savunma bakanlığı müsteşarı Ellen Lord ile vekil bakanın vekil yardımcısının NATO’ya bakan vekil danışmanı Andy Winternitz, 7 Haziran günü terbiyesizliğin ötesinde bir açıklama ile, kendi sözleri ile ABD başkanının Türkiye ile S-400-F-35 komisyonu kurmak için açtığı kapıyı kapattıklarını bildirdiler. Hakaret değilse bile istihkara varan kelimelerle Türkiye’nin F-35
Cumhuriyet’ten Hürriyet’e genel yayın müdürü olarak geçen Ecvet Güresin’in önüne, Ege adalarının karasuları 12 mile çıkartılırsa ne olacağını gösteren haritayı koyduklarında, rahmetli telaşla gözlüğünü yere düşürmüş ve aynı telaşla üstüne basarak kırmıştı.
Haritaya göre örneğin Midilli’nin karasuları, Kaz Dağları’nı atlayıp, Marmara’ya kadar geliyordu! Şaka bir tarafa, İstanbul’dan kalkacak bir Türk gemisi İzmir’e gitmek için Atina’dan izin almak zorunda kalacaktı. Türk Hariciyesi, yıllarca, tabirimi hoşgörün, kulağının üzerine yatıp uyumuş ve 1958’de Cenevre’de ilk Deniz Hukuku konferansı toplandığında, Türkiye’nin “tarihi sular” itirazı da bu kez onların sağır kulaklarına çarpıp sonuçsuz kalmıştı.
Bu satırların yazarı, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” tezine inananlardan biri değildir. Tersine, uluslararası arenada tez denen şey eğer tek taraflı bir ulusal çıkarın, karşı tarafa da kazanacak bir şey bırakmadan, körü körüne dayatılması değilse, tezinize taraftar olacak çok sayıda ülke bulabilirsiniz. Bunun birinci şartı, emsalleri iyi seçerek, tezinizi benzer durumlara atıf yaparak güçlendirmektir.
Ege Denizi gibi, adaların ve kıyıların sık sık el değiştirmiş olduğu, mesafelerin
Bir İsrail Web sitesi, belli ki, Netanyahucu, sevinçle haykırıyor: ABD başkanı, İsrail seçimlerine ağırlığını koydu. Trump, Nisan’da yapılan genel seçimler öncesi, üzerine yazıldığı kâğıt kadar kıymeti olmayan bir belge göndererek, Başbakan Netanyahu’ya Suriye’ye ait Golan Tepeleri İsrail tarafından ilhak edilecek olursa bu kararı tanıyacağını bildirmişti. İsrail gazeteleri bunun seçim öncesi Netanyahu’ya yapılan en büyük destek gösterisi olduğunu yazmışlar; kimi kınamış, kimi onaylamıştı.
Herhalde bu destek İsrailli seçmen nezdinde beklendiği kadar etkili olmadı ki, Netanyahu seçimlerde diğer partilerden çok milletvekili çıkarttığı halde, güvenoyu alabilecek bir hükumet kurmayı başaramadı ve Eylül’de yeniden seçime gidilmesini kararlaştırdı. Trump Eylül’e kadar daha çok şeyler yapabilir ama ilk elde, dolaylı mesajları bırakıp, İsrailli seçmenlere doğrudan Netanyahu’yu yeniden başbakanlık koltuğuna oturtacak şekilde oy vermeleri çağrısında bulundu.
Netanyahu bir iki oy ile de olsa güvenoyu alabilirdi; ancak Yuvamız İsrail (Yisrael Beiteinu) partisinin genel başkanı (Rusya göçmeni, aşırı sağcı fakat laik Avigdor Lieberman) bu koalisyona engel oldu. Lieberman’ın mecliste sadece 5