İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları

8 Mayıs 1794’te giyotinle idam edilen Antoine-Laurent de Lavoisier, tipik bir aydınlanma düşünürüydü ve bütünselaydının son temsilcilerinden sayılmaktaydı

Fransa tarihinin ve Avrupa aydınlanmasının en parlak simalarından Antoine-Laurent de Lavoisier, Fransız İhtilali’nin terör döneminde 8 Mayıs 1794’te Maximilien de Robespierre’in hışmına uğradı. Lavoisier’nin elemanlar üzerindeki çalışması, oksijenin ateş üzerindeki etkisi, kükürdün müstakil bir eleman oluşu ve yarı metafizik sayılan Flojiston (Phlogiston) teorisini yok eden deneyleri, enerjinin akımı üzerindeki görüşleri gibi bilimsel çalışmaları ve Fransa’ya patatesi getiren (açlığı önlemişti), ucuz barut imalatını sağlayan faaliyetlerinin hepsi unutuldu. Konvansiyon hükümeti onu ve taraftarlarını yolsuzlukla ve ihanetle suçladı. Giyotinle idam edildiği gün
50 yaşını biraz geçmişti.

Büyük katkıları onu kurtaramadı
Fransız liberal düşüncesine ve eski rejimin reformuna taraftar olan tipik bir aydınlanma düşünürüydü ve total (bütünsel) aydının son temsilcilerinden sayılmaktaydı. Eğitim hayatı laik veya ruhbandan olsun, seçkin hocaların verdiği matematik, fizik, astronomi dalında iyi bir öğretime dayanırdı ve ayrıca hukuk tahsili de yapmıştı.
Hem bilime hem de Fransa’nın iktisadi ve endüstriyel hayatına yaptığı katkıların hiçbiri onu kurtarmaya yetmedi. Kin ve demagojinin kurbanı oldu. O giyotine giderken, onun buluşları üzerinde çalışmaya devam eden İngiliz Joseph Priestley, İngiltere’nin atmosferinde var olma ve çalışmanın mükafatını gördü. Galiba sadece kendi soylu sınıfının aydın mensuplarının değil, Avrupa’da yükselen eğitimin ortaya çıkardığı geniş bir aydın kitlenin ve liberal burjuvanın özlediği, alkış tuttuğu Fransız İhtilali zihinlerde ilk darbeyi bu acı olayla yemeye başlamıştı.
Hürriyetler ve hürriyetçi nizam yerleşirken bazen en büyük adaletsizlikler de birlikte ortaya çıkabiliyor. Ne var ki ihtilalin 200’üncü yılında anayurdu Fransa’da Lavoisier
ve Lagrange gibileri ihtilalin önde gelen takımından Marat, Maximilien de Robespierre, Danton gibilerinden çok daha fazla önemsenerek hatta
saygıyla anılmıştır.

Haberin Devamı

İki 14 Mayıs

Haberin Devamı

Yakın tarihimizde hangi 14 Mayıs demokrasi için daha önemlidir? Tartışılacak bir konu; CHP’nin seçimi kaybettiği ve iktidarı kendi içinden çıkan bir kadroya, Demokrat Partililere terk ettiği 14 Mayıs 1950 tarihli seçim mi, yoksa parlamenter sisteme bir müdahale sayılan 12 Mart 1971’den sonra 8 Mayıs 1972’de İsmet Paşa’nın kendisini seven partililer tarafından genel başkanlıktan edilip Ecevit’in 14 Mayıs’ta genel başkan seçilmesi mi?
(O zaman milletin işi olmadığından olacak, kurultaylar bir haftadan kısa sürmezdi.) Genel Sekreter Bülent Ecevit 709 alırken, İsmet Paşa 498 oy alarak CHP kurultayında 8 Mayıs’ta genel başkanlıktan düşürüldü. Ardından Ecevit’in ortanın solu sloganına ve hareketine karşı çıkan CHP’liler; Kemal Satır, Turan Feyzioğlu,
Ali İhsan Göğüş, Emin Paksüt gibi liderliğe yakın kadrolar da bu partiyi terk etti.

Ad değiştirmekle demokrasi olmuyor
CHP bundan sonra büyüyen kadrolarıyla başka bir parti olmuştur. Bu ikinci CHP’nin de çerçevesini çizebildiğini söylemek zordur. Nitekim 10 sene dolmadan siyasi hayatın bütün gerçeklerini lağveden 12 Eylül darbesi bu yeni CHP’nin de sadece şeklen değil, ruhen de sonu olmuştur. Ecevit kendi deyişiyle; demokratik sol hareketi sürdürmek için, daha doğrusu 12 Eylül’ün hüzünlü ve panik yaratan günlerinde, kendi gözünün içine bakan partililerini bırakıp yeni parti kurmuştur.
Bu hareketini yargılamak mümkün değildir, zira benzer hareketi hayatı devam edebilse merhum Turgut Özal da cumhurbaşkanlığını ve kurduğu ANAP’ı terk ederek gerçekleştirmeye çalışacaktı. Siyasi hayatımızda gelişim ve yönelimini tasvip etmediği partisini terk ederek yeniden başka bir örgütle ortaya çıkma geleneği başlamıştır.
İsmet Paşa böylelikle Türkiye demokrasinin çok partiye geçişinde dünya şartlarını bilinçli olarak takip edip öncülük rolünü edindiği gibi pek denetleyemediği gelişmeler karşısında partisinden istifa ederek çok partili demokrasimizin ikinci safhasının da adeta başını çekmiştir. Demokrasi çirkin bir kayalık adanın (Yassıada) adını “Demokrasi” adasına çevirmekle gelmiyor. Uzun mücadeleler gerek. Bu mücadelenin içine Fransız İhtilali gibi kanlı örnekleri yerleştirmek gerekmez. Kim ne derse desin; 1946 ile 1972 arasındaki 25 yıl Türklerin demokrasiye mümkün mertebe kanun ve nizama uyarak geçtiğini gösterir. El verir ki bu eğilim ve oluşum bundan sonra da devam etsin. n