İlber Ortaylı

İlber Ortaylı

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Frankfurt  Kitap Fuarı ne işe yarar


Dünyanın en ünlüsü olarak bilinen Frankfurt Kitap Fuarı’nda, küresel temsil oranı belki de yüzde bir bile değil. Yine de katılmamak olmaz tabii


Kitap fuarları malum, Frankfurt en ünlüsü. İkincisi Tahran, daha da var... Mayıs ayındaki Tahran fuarı daha çok tüketiciye yönelik. Yabancı kitapların da telif hakkı ödenmediği için ya tercümesi hatta bazen kopyası bile satılıyor. Veya devletin sübvansiyonu ile okuyucuya ulaşıyor,
onun için çok kalabalık.

Bizim kitaplar daha heyecan vericiymiş
Frankfurt kitap fuarı ise kitap satışının yasak olduğu, sadece son gün kapış kapış kitap satılan, hatta dağıtılan ilginç bir yer. Neredeyse bütün ülkelerin standı var ama mesela Sovyetler Birliği ve Yeni Rusya için temsilin son derece zayıf olduğunu söylemek gerek. Çok kitap basılan İran yok, Arap ülkeleri de. Hindistan’daki neşriyatı da şimdilik aramayın. Demek ki basılan kitabın Allah bilir yüzde biri bile yok. Ama yayınevleri ve iletişim şirketlerinin karşılaştığı iş anlaşmalarının yapıldığı bir yer.
Geçen yıl Türkiye baş misafirdi, bu yıl da Çinliler. Çin pavyonu güzel düzenlenmişti ama basılan kitapların Türklerinki kadar çekici olmadığını söylediler. Adet olduğu üzere açık oturumlar ve konferanslar tertipleniyor. Bir hayli Türk yazarı fuara geliyor ve konuşma yapıyor, kitap imzalıyor.
Misafir Çin olduğu için Türk pavyonunda Çin ile ilgili bir açıkoturum da yapıldı. Benden evvel konuşan Prof. Dr. Gül İrepoğlu Türk minyatürlerinden, Levni’den ve Levni üzerine yazdığı romandan bahsetti. Güzel görsellerle konuşmasını destekledi. Ben ise bu yılki fuarın ana konusu olan Çin’in Türk tarihi için olan öneminden kısaca söz ettim.

Türk tarihçileri iyi birer sinolog olmalı
Son 1000 yıllık Türk tarihi “Çin sınırlarından batıya çekilmek” diye özetlenebilir. Tabir benim değil, Yılmaz Öztuna üstadındır. Ondan evvel Çin’in komşuları Türklerdi ve çok sevilen komşular değildi. At ve silah konusundaki üstünlükleri dolayısıyla Çin Seddi’nin bu kuzeylilere karşı inşa edildiği malumdur. Kendi ismimizi de onların metinlerine ve yazım kurallarına göre “Tukyu” olarak biliyoruz. Bu bizim kendi yazımızı kullanmamızdan önceki birkaç asırdır;
öyle birkaç asır değil, yedi-sekiz asır.
Avrupa milletlerini de tarihe başkaları tanıttı, ama o başkası Romalılardır. Doğru düzgün kayıtları olan, lisanları bilinen ve rahat okunan bir büyük kavim. Germenleri ve Gallileri geleceğin insanlığına tanıtan yazarlar Julius Ceasar, Tacitus gibi adamlar. Bizi tanıtan Çin yazıtları ise öyle kolay anlaşılır ve değerlendirilir şeyler değil. Sinoloji ilminin bu çetin cevizleri halletmesi lazım ve her şeyden evvel biz Türk tarihçilerinin iyi sinolog olması lazım.
Şüphesiz ki Çinlilerden de aldığımız kelimeler de var. Çin uzmanlarının ifadesine göre bildiğimiz “su” kelimesi gibi. Ama Allah’tan ecdadımız Japonlar, Koreliler ve Mançular gibi birtakım kavimlere uyarak Çin yazısını almamıştır; bir de tarihimiz için bu metinlerin çözümüyle uğraşacaktık.
Fuar ne işe yarar, cevap veremiyorum. Ama bir ülke ve yayıncılar grubu açısından Frankfurt gibi yerlere gidip katılmamak olmaz. Türkiye son birkaç yıldır Frankfurt’a aktif olarak katılanlardan.


Bilgisi sonsuz, sorumlu bir aydındı
Frankfurt  Kitap Fuarı ne işe yarar


Karşılaştığımız zaman çoktan tanıyordum, her Türk genci gibi filmlerinden, yazılarından... Buraya kadar beğendiğim güçlü bir rejisördü; derken 1968 yılında Dost dergisinde Salim Şengil’in açtığı “Devlet Ana ve Kemal Tahir” anketi dolayısıyla daha fazla ilgimi ve saygımı çekti. Sıradan bir iyi rejisör ve rastgele bir “okumuş” olmadığı anlaşılıyordu.
Yönetmenlikten önce mühendislik eğitimine başlamış. Ailemde ve çevremde okumaya meraklı mühendisler vardı; Türkiye’nin zeki çocuklarının girdiği bir meslekti.
Halit Refiğ bulunduğu ortamda aykırı sayılabilecek doğruları nasıl savunuyordu? Nitekim anket yazıları sürdükçe Halit Refiğ’i de Kemal Tahir’i de Metin Erksan gibi düşünenleri de kıyıdan köşeden eleştirenler görülüyordu. O yıllarda Halit Refiğ ve Metin Erksan çok yakındılar. Tartışmaları, görüşleri birbirlerini etkiliyordu ve referans kaynakları daha çok birbirleriydi.

Maddi işlere kapılmadı
Birbirimizi uzaktan tanıdık, yüz yüze gelmemiz bir 10 yıl aldı. O yüz yüze gelme de yine bir film projesi sayesinde oldu.
Polonyalı rejisör Romuald Dobzynski’nin çevireceği “Bitwa pod Varna / Varna Savaşı” adlı yarı dramatik yarı belgesel bir film için Bulgaristan’dan ünlü Prof. Bistra Svetkova, Macaristan’ın değerli tarihçisi Ferenc Szokaly ve Polonyalı Rafael Karpinsky bir araya geldim.
Krakow, Varna ve İstanbul’da çevrilen bu film dolayısıyla geleceğin papası
II. John Paul’u de henüz Krakow arşepiskoposuyken Kardinal Karol Wojytla olarak tanımak mümkün oldu. Dokümanterin çok başarılı olduğunu zannetmiyorum. Ama üç tarihçi iyi bir işbirliği yaptık.
Halit Refiğ işte bu projeden haberdar olmuştu, beni bizzat aradı. Titiz ve meraklı bir düşün adamıydı. Yıl 1978, akşam Ankara’da buluştuk, uzun uzun konuştuk. 10 yıldır uzaktan izlediği bu düşün adamını yakından tanıyınca daha da hayran kaldım. Bilgisi sonsuzdu, sivri görünen yorumları olsa bile yanlış bilgilere dayanmıyordu. Ondan sonra fırsat buldukça görüştük.

Mahalleyi başarıyla anlattı
Hastalığı zamanında görüşemedim.
Hem üzülüyorum hem de belki böylesi
daha az üzücü oldu. Gülper’in de katıldığı sohbetlerin tadına doyum olmazdı.
Gülper eşine ve fikir arkadaşına hayrandı. Bu vasfını büyük takdirle karşılarım.
Halit Refiğ kim? Zengin bir İzmir ailesinden, o servet onu ilgilendirmemiş, Robert College’li, Amerikan kültürlü ama
o çevrenin standart insanlarından değil. Hollywood dünyasını en erken ve yoğun tanıyan sinema adamlarımızdan ama o dünyanın içindeki terslikleri ve yozlukları da gören biri; hiçbir zaman sinema ve reklam aleminin maddi taraflarına kapılmadı ve vaktini bu alana harcamadı.
Kim ne derse desin, Halit Refiğ sinema çevrelerinde kapitalizm ile sanatın nihai tahlilde bağdaşamayacağını görenlerdendi. Ama her şeyi derin düşündüğü için hiçbir zaman da ucuz slogan atmadı. Türkiye tarihine düşkündü ve bu sathi bir merak değildi. O kadar ki, beğendiği bir tarihçi olan Bruce McGowan’ın monografilerini okuyup bir tanesini çevirecek kadar da sorumluluk hisseden bir aydındı.
Türk mahallesini ve geleneksel hayatını seven rejisörlerdendi. Ama “Gurbet Kuşları”nda bu ortamın ani çatırtısını haber verenlerdendi. “Teyzem”de ise artık hoş bir dayanışma değil, şizofreniyi tahrik edecek kadar değişen mahalle ortamını başarıyla aktarmıştı.
Türk sinemasından Halit Refiğ geçip gitmedi, hep kalacak. Eminim tekrar tekrar incelenecek, yazdıkları okunacak. Uzun sohbetlerinden ise onunki kadar aklımda kalanı
pek azdır.