05.05.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:
Ahmet Sever
Bir İstanbul'u bir de Brüksel'i dolaşın. Aradaki uçurum sizi hayrete düşürecek boyutta.
Fikir edinebilmek için Florya'daki emlakçıları bir bir dolaştım. İlk şoku, İstanbul'un bu bölgesinde Türk lirasının artık para etmediğini gördüğümde yaşadım. Emlak piyasasında, TL yerine dolar ve mark geçiyor. Sanki Türkiye'de değil, ABD ve Almanya'da yaşıyorsunuz.
Benim için ikinci şok, telaffuz edilen rakamlar oldu. Bir kere, bin dolardan aşağı kiralık 3 odalı bir daire bulmak imkansız. 4 bin dolara bile daireler var. Satın almak isterseniz, talep edilen döviz miktarları başınızı döndürüyor. Giriş katı daireler için istenen rakam 150 bin dolardan başlıyor. Bu rakamın üstüne her kat için 100 - 150 bin dolar eklemeniz gerekiyor. Fiyatlar 1 milyon dolara kadar tırmanıyor.
Peki, Avrupa'da emlak fiyatları ne durumda? Hiç şüpheniz olmasın, İstanbul'un yanında sudan ucuz kalıyor. Örneğin, Avrupa'nın başkenti sayılan Belçika'nın başkenti Brüksel'de 150 - 200 bin dolara bahçe içinde müstakil ev veya villa, bu rakamı 500 - 600 bin dolara çıkarabiliyorsanız şato sahibi olabilirsiniz.
Nasıl oluyor da, bizden çok daha zengin, gelir düzeyi bizden yüksek Avrupa ülkelerinde, emlak fiyatları İstanbul'dan düşük olabiliyor, anlamak mümkün değil. Üstelik, Avrupa'da emlak piyasasında fiyatlar aşağı yukarı sabittir. Sadece yüzde 2 - 3 dolayında seyreden enflasyon oranına göre bir oynama olur. Bizde, dolar bazındaki artışlar da yüzde 20 - 25'i buluyor.
İşte, Türkiye'nin çelişkilerinden biri de bu. Bir tarafta fakirlik dizboyu, diğer tarafta uçuk, eşi benzeri olmayan bir yaşam...
Türkiye'de gün geçmiyor ki, içimizi karartan, bizi derinden sarsan, "Biz niye böyleyiz" dedirten bir şiddet olayı olmasın. Liseli bir gencin İstanbul'da 1 Mayıs olayları sırasında Ülkücüler tarafından linç edilmek istenmesinin ardından, Bolu'da bir başka genç yine Ülkücülerin gazabına uğradı ve döve döve öldürüldü.
İzzet Baysal Üniversitesi öğrencilerinden 23 yaşındaki Kenan Mak, Ülkü Ocakları Derneği'nin önünden geçerken, 20 - 25 kişilik grubun saldırısına hedef oldu ve aldığı darbeler sonunda öldü.
Kim dur diyecek bu vahşete? TBMM'de birbiryle kavga eden, Türkiye'nin giderek ağırlaşan sorunlarına çözüm üretemeyen politikacılarımız mı? Kendisi zaten döverek gazeteci öldüren polis mi? Öğrencisinin kafasında cetvel kıran döven öğretmen, çocuğunun gözünü patlatan anne, babalar mı?
Bilim adamları, uzmanlar sorunun kökeninde, aile içi eğitimsizliği, sevgisizliği, ekonomik dengesizlikleri görüyor ve "Böyle giderse, toplumsal cinnet geçireceğiz!" uyarısında bulunuyorlar.
Yeter! seçimin hangi tarihte yapılacağı tartışmalarından bıktık, usandık. "Bize ne oluyor, niçin şiddete bu kadar yatkın bir toplum olduk?" Bunu tartışalım.
ABD eski başkanlarından Jimmy Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, Zaman gazetesine verdiği demeçte, Türkiye'ye "Büyük oynayın" demiş ve eklemiş: "Ülkere aktif roller hediye olarak sunulmaz, ülke o rolü kendisi kazanır. Diğer ülkeler üzerinde ciddi bir etkiniz varsa ve büyük rol oynamak istiyorsanız, o zaman güçlü bir aktör olabilirsiniz. Rolü kendiniz kazanacaksınız, kimse size bu rolü vermez."
Brzezinski'nin söylediği çok doğru. Kimse, Türkiye'ye aktif rolü kendiliğinden vermez. Türkiye, kendi çabasıyla bu rolü kazanmalı. Ama nasıl? Şu anda, Türkiye uluslararası alanda giderek daha fazla yalnızlığa itiliyor. Avrupa ile ilişkiler bozuk. Başta Yunanistan olmak üzere, Bulgaristan dışındaki komşularımızla aramız kötü. S - 300 füzeleri yüzünden Rusya ile de pek parlak değil. Arap dünyası bize soğuk. Geriye bir tek ABD ve İsrail kalıyor. Washington ile de Kıbrıs sorunu nedeniyle ilişkilerin gerilmesi muhtemel.
Bu tabloya bakıp, alışageldiğimiz gibi, "Dünya bize düşman. Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" diyerek işin içinden kendimizi kolayca sıyıramayız. Oturup, "Biz de bir yerlerde hata yapmıyor muyuz? Bu yalnızlık çemberinden kendimizi nasıl kurtarabiliriz?" diye çok ciddi olarak düşünmemiz ve çözüm üretmemiz gerekiyor.
Tüm dünyanın Türkiye'yi sevmediği, bize karşı cephe aldığı görüşü hem yanlış, hem de bizi hiçbir yere götürmez.
AVRUPA Birliği (AB) Türkiye ile ilişkileri normale döndürmek ve kopan diyaloğu yeniden kurmak için bir çıkış yolu arıyor. Bunun için, dışişleri bakanları düzeyindeki Ortaklık Konseyi'ni 25 Mayıs'ta Brüksel'de toplamayı düşünüyor.
Ancak, Ortaklık Konseyi'nin toplanması son derece şüpheli. Zira, Yunanistan Türkiye'ye yapılacak mali yardımlar üzerindeki vetosunu kaldırmaya bir türlü yanaşmıyor. Karşılığında Ege ve Kıbrıs konularında taviz istiyor.
Türkiye'nin karşısına geçip "mali yardımları serbest bırakıyoruz" diyebilmeyi amaçlayan AB, Atina'yı veto konusunda ikna edemediği için, aciz ve çaresiz durumda. Yunanistan bu tumunu sürdürür ve vetoyu son ana kadar kaldırmazsa, ki kaldırmayacağı çok açık, o zaman ne olacak? AB, herşeye rağmen, Ortaklık Konseyi toplantısının yapılmasını isteyecek mi? Bu belli değil AB, "Toplanalım" derse, Ankara ne yapacak? Bu da belli değil.
Bu düğümün çözülmesi için bir yerlerden bir çözülme ortaya çıkması gerekiyor. Bu bakımdan, Türk - Alman ilişkilerinde bir düzelme çözülmenin başlangıcı olabilir. Başbakan Mesut Yılmaz ile Alman meslektaşı Helmut Kohl arasında kurulacak diyalog bu açıdan önemli bir işlev görebilir. Aksi halde, bu kördüğüm olduğu gibi kalır.
Yazara E-Posta: A.Sever@milliyet.com.tr