Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu dün İstanbul’da Conrad Otel’de düzenlediği basın toplantısında Türk dış politikası açısından 2010’u değerlendirdi. Çoğu köşe yazarı 40 küsur gazetecinin katıldığı toplantı, soru-cevap bölümüyle birlikte 3 saat gibi ölçüleri aşan bir uzunlukta sürdü.
Hiç sıkılmadım; daha uzun bir toplantı için lojistik imkânlar sağlansa ve Davutoğlu dört, beş ya da altı saat konuşsa idi kendisini yine ilgiyle dinlerdim.
Davutoğlu’nun kavramlaştırma ve akıl yürütme tarzında, şimdiye kadar çok az sayıda devlet adamı ve politikacıda görmüş olduğum, tarihsel, coğrafi ve kültürel boyutları kucaklayan, lezzetli bir felsefi derinlik var. Bu zenginlik onu ziyadesiyle dinlenir kılıyor.
Yukarıdaki satırlardan, kendisinin dünya görüşü ve düşünce yöntemine yakınlık hissettiğim sonucunu çıkarmanızı istemem. Tam tersi, bir mesafe söz konusu... Ben Kartezyen düşünceye yatkınım; Davutoğlu tarzının Batı ekolündeki karşılığı ise “felsefi idealizm”dir.
Bu nedenle de 2010’u değerlendirirken, taban tabana zıt sonuçlara varmak kaçınılmaz oluyor.
Davutoğlu’nun dünkü toplantıda sarf ettiği şu cümlenin altını çizdim:
“Bütünü anlamaya çalışırsanız, parçalara gitmek kolay olur, parçalara takılırsanız bütünü algılayamayız.”
Tipik bir tümdengelimci yaklaşım...
Davutoğlu burada “bütün”den, kurduğu “Türkiye paradigması”nı kastediyor. Bizden bunu anlamamızı ve kendisine hak vermemizi istiyor.
Dışişleri Bakanı, Osmanlı ve onun tarihsel sürekliliği içinde Türkiye’nin uluslararası şartlara intibak maksadıyla dört restorasyon dönemi geçirdiği tespitini yapıyor. Önce Tanzimat, sonra Cumhuriyet, 2. Dünya Savaşı’nın akabinde geçilen çok partili hayatla birlikte güvenlikçi bir demokrasi ve nihayet, partisinin iktidara geldiği yıl olan 2002’den beri sürdüğünü söylediği dördüncü restorasyon dönemi...
Bu sonuncusunda, “AB referanslı ve özgürlük ağırlıklı bir demokrasi kurmaya çalıştıklarını” ileri sürdü Davutoğlu...
“Küresel siyaset sahnesinde görünür ve aktif, bölgesinde ise düzen kurucu olmayı hedefleyen, sadece Doğu ile Batı’yı değil, Kuzey ile Güney’i de buluşturan, kısacası, merkez ülke Türkiye”... Paradigmanın özet tarifi dünkü ifadelerinden pekala böyle derlenebilir.
Şimdi sadede gelelim...
“Anlaşılması gereken bütün” buysa, bu bütünden parçalara bakınca “sonuç odaklı dış politika”dan ziyade, Davutoğlu ve yanındakiler için neyin tatminkâr addedileceğini anlamak zor değil.
Mesela İran konusu... “Tahran Deklarasyonu”nun sonuçsuz kalacağı en başından belliydi ve İran’a karşı ağırlaştırılmış yaptırım taslağının Tahran’da 17 Mayıs’ta atılan imzanın ertesi günü dolaşıma çıkması neticesinde belgenin siyasi ömrü sadece bir buçuk gün sürmüştü. Ardından, BM Güvenlik Konseyi’nde İran bahsinde kullanılan “hayır” oyunun doğurduğu sonuç, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde bugüne kadarki en büyük kırılma ve bugün hâlâ süren güven bunalımının yaşanması oldu.
Ancak, bu olayların Sayın Davutoğlu’nun zihin dünyasındaki tercümesi, “Türkiye’nin küresel siyaset sahnesindeki görünürlüğünün artması” oluyor.
Sonuçtan önce aranan aslında “etki”; yani dönüşüm ve değişim. Batı’da ve Ortadoğu’daki Türkiye algısı değişiyor, Türkiye’deki siyasi kültür Ortadoğululaşıyor...
Mamafih, İran ve bunun gibi diğer “parçalar”dan hareketle varılan bütüne bakınca, yani tümevarımcı bir yöntem izlenince, 2010’da Türk dış politikasının başarılı sonuçlar elde etmekten ziyade tıkanıklığa, hareket sığasında bir daralmaya düçar olduğu görülüyor.
İsrail’e “dayak atarak” iç ve dış politikada sermaye artırma yoluna aşırı ölçülerde başvuran AKP hükümeti, Mavi Marmara seferi neticesinde bu “verimli” kaynağı nihayet kuruttu.
Kafkaslar’da Ermenistan’la buzdolabındaki normalleşme “Keşke hiç başlamasaydı” dedirtecek noktada. Azerbaycan yabancılaştırıldı. Her ikisinde de Türkiye’nin ağır ihmali rol oynamıştır. Türkiye 2010’da bu sahayı Rusya’ya terk etti.
İran’la aşırı yakınlaşma ve HAMAS’la dengesiz muhabbet, Ortadoğu’daki önde gelen Sünni aktörlerin Türkiye’ye kuşkuyla bakar hale gelmesine yol açtı.
Tıkanıklıklar listesini uzatabiliriz...
Sayın Davutoğlu dünkü toplantıda en önemli “parça”yı atladı. Lizbon’daki NATO zirvesinde Türkiye’nin İran’a yönelik “füze kalkanı”na “evet” demesine nedense hiç değinmedi.
Oysa bu, Türkiye’nin 2010’daki en büyük “dış politika başarısı”ydı. “Paradigma sarhoşu” edilmiş Türkiye’nin gerçeklikle nihayet yüzleşmesi kendi çapında bir başarıdır tabii...
Batı ittifakıyla, İsrail’le, Ortadoğu’yla ayarı bozulan ilişkilerin 2011’de restorasyona tabi tutulması zorunlu olarak gündeme gelecektir.