Kadri Gürsel

Kadri Gürsel

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Gezi Parkı İsyanı” sırasında atılan “Hükümet istifa” sloganı kimseyi yanlış düşüncelere sevk etmesin. Türkiye’de sonu “istifa” ile biten sloganlar kelimenin anlamındaki temenniden çok memnuniyetsizlik ve protesto içerir. Yoksa, Taksim’deki toplumsal hareketin amacı sandıkta yüzde 50 almış hükümeti sokakta devirmek falan değil.
Muktedire mesaj, kendisine artık çekidüzen vermesi gerektiğidir. Öteki yüzde 50’ye hakaret ederek, onları hiçe sayarak, hayatı onlara dar ederek bu ülkeyi yönetemeyeceği mesajı muktedire verilmiştir.
Mesaj alındı mı, henüz bilmiyoruz. Önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Geçen pazar akşam üzeri Taksim Meydanı’nı, Sıraselviler’i, İstiklal Caddesi’ni, yan ve ara sokaklarını, oraları dolduran yüzbinlerce insanın arasına karışarak dolaşanlar, mesajı birinci elden okumuşlardır.
O insanların attıkları sloganlar, duvarlara yazdıkları grafitiler ve sokaktaki davranışları, öfkelerinin iki tarafa yöneldiğini gösteriyordu:
Birincisi, AKP’den önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a...
İkincisi de kendilerine karşı insaf ve vicdan ölçülerinin ötesinde şiddet uygulayan polise...
İyi görülmesi gereken şudur: “31 Mayıs 2013 sosyal patlaması”, Başbakan Erdoğan’ın bugüne kadar sıfır maliyetle takip ede geldiği kutuplaştırıcı siyasetin miadının dolduğunu gösteren olaydır.
Kültüralist, ayrımcı, dışlayıcı siyaset ve söylemlerle toplumu muhafazakarlar ve laikler arasında kutuplaştırıp, ayrıştırmak, seçmen çoğunluğunu AKP’de konsolide etmeye yaradı.
Ama düne kadar bedava olan bu uğursuz politikanın 31 Mayıs 2013’ten beri artık büyük bir maliyeti var.
Şimdi o kutuplaştırmalardan iktidarın hissesine düşen çoğunluğa rağmen ülke yönetilemez bir duruma geldi, istikrar tehlikeye girdi.
Suriye politikası nasıl bir istikrarsızlık kaynağı haline gelmiş ve sonunda iktidar bunu değiştirmek zorunda kalmışsa, kutuplaştırıcı iç politika da artık değişmek zorundadır. Kutuplaşmada ısrar daha büyük sorunları beraberinde getirecektir. Ülkenin yumuşamaya ihtiyacı var.
Yine, geçen pazar akşam üzeri Taksim ve Beyoğlu’nda dolaşan biri, belki binlerce göstericinin sokaklarda göstere göstere bira içmelerine bakarak, kendilerini bu harekete katılmaya iten nedenlerin arasında içki yasağına duydukları tepkinin olduğunu da anlayabilirdi.
Maalesef ülkemizde kamusal alanda bira içmek bile artık bir protest tavır, özgürlük talebini bir ifade ediş biçimi haline gelmiş bulunuyor.
Bu toplumsal hareketi anlamaya çalışmak yerine ilk tercih olarak onu “darbecilikle” suçlayarak üçüncü tarafların gözünde itibarsızlaştırmayı deneyenlerin başarılı olma şansının bulunduğunu sanmıyorum.
Askerin AKP iktidarına karşı siyasete müdahil olmasını hala arzulayanların Taksim’de görülmediklerini iddia edecek değilim. Ama onlar cim karnında bir nokta kadardılar ve asla bu toplumsal hareketi rehin almaya yeter güçleri yoktu. Çünkü bu kendiliğinden hareket onlar için çok büyüktü ve ele geçirilemezdi.
Başbakan Erdoğan’ın da önceki gün insiyaki biçimde CHP’yi suçlarken ele verdiği kafa karışıklığı, kendi otoriterliğine yönelik bu isyanda bir muhatap arayıp bulamamasından kaynaklanıyordu. Çünkü Tahrir benzeri bir durum söz konusuydu. Yerleşik siyasetin dışında, koordine edilmemiş, örgütsüz ve lidersiz.
İşte Başbakan Erdoğan siyasi kariyerinin ilk yenilgisini bu kitle karşısında tatmıştır. Gücünün sınırına dayandığını artık söyleyebiliriz.