İster parasını verip otomobili teslim alma, ister aracı servise bırakma sırasında olsun, her tüketicinin bir “oto alışı” var! Türklerin farklı, Çinlilerin farklı, Hintlerin farklı... Adamlar araştırmış, ben de yazıyorum...
Her yiğidin farklı bir yoğurt yeme stili olduğunu atalarımız söylememiş miydi? Söylemişti. Peki, her tüketicinin de bir otomobil alış stili olamaz mı? Olmaz mı, elbette var! Türklerin farklı, Çinlilerin, Almanların, Hintlerin de... Kimimiz showroom’lara ailece gidip otomobil seçmeyi ve beğenmeyi “pazar gezmesi”nin bir parçası olarak görürüz de, kimimiz servise bıraktığımız otomobilin başından uzun süre ayrılmayıp tamiratı yapacak görevliye sanki “Bu otomobil benim, sahibi de benim. Bilgin olsun!” imajı vermeye çalışırız. Aslında bunu, biraz da kendi içimizi rahatlatmak için yaparız da renk vermeyiz. “Servisten güzel elektrik aldım! Aracıma da iyi bakarlar kesin!” gibi bir olay bu...
Showroom’a dişçiye gider gibi gidiyorlar
Dünyanın en büyük otomotiv üreticilerinden Volkswagen, bu konuda araştırmalar yaptıran, böylece tüketici davranışlarını öğrenmeye ve ölçmeye çalışan firmalardan. Tüm dünyada 20 bini aşkın yetkili satıcısı bulunan bir firma için
Varsayalım Amerika’da veya Türkiye’de yaşıyorsunuz, çok paranız var, süper otomobillere hayransınız ve bir tane aldınız. Sizi rüya gibi bir sürüşün beklediğini düşünüyorsanız, bir de karalar bağlatan bu yazıyı okuyun derim!
Sanırım 2000 yılıydı. Çünkü Ferrari 360 Modena çıkalı çok fazla olmamıştı. Onu da nereden hatırlıyorum, Amerika’da olmamıza rağmen çekilişte “bir tur atma” şansı elde ettiğimde organizasyona katılan tüm yabancı basın mensupları surat asmış, aracın fotoğraflarını çekmişlerdi.
Sanırsın ki otomobil benim ve yine sanırsın ki “hiper ünlü” bir adamım!
Mavi renkli 360 Modena’nın direksiyonuna her yerim zangırdıyarak bindiğimi hatırlıyorum. Çünkü Amerika’dayım, o zamanlar şimdikinden “en az 13 yaş” gencim ve Amerikan trafiğinde araç kullanmak pek “sık” yaşayabileceğim bir durum da değil. Sağımdaki koltuğa kurulan, Ferrari’nin Amerikalı temsilcisi uyarısını hemen yapıverdi. “Lütfen hız sınırlarına uyalım! Hızlanma imkanı bulabileceğiniz yola gelince ben size haber veririm.”
“E, tamam be abi! Şimdiden hevesimi kursakladın yani!” diye geçirdim içimden. Öyle ya, ömrü hayatımda bir Ferrari kullanacağım, onu da burnumdan getirmenin âlemi var mı?
Son yıllarda tüketicilerin giderek artan beklentilerini karşılamak için çabalayan ve yeni modellere bir dolu teknolojik donanım yükleyen üreticiler, “sanal güvenliği” sağlamak için kafa patlatmaya başladı
Watch Dogs adlı oyunda yüksek teknolojili aletlerle otomobiller dahil pek çok şeyi kontrol eden bilgisayar korsanları var.
Televizyonda izlediğim belgesel, kafamda çanların çalmasına neden oldu. Amerika’da polisler, otomobil hırsızlarının önüne geçebilmek ve deyim yerindeyse onları “avlamak” amacıyla tuzak kuruyordu. Bir özel donanımlı “yem” otomobil ayarlayan polisler, bu aracı çalmaya kalkışanları enselemeyi başarıyordu. Hem de suçüstü...
Güvenlik için de kullanılıyor
Aslında “Ne var ki bunda? Adam otomobilin içine biner, sonra da yakalanır!” diyebilirsiniz. Yok, öyle olmuyor. “Yem” olarak kullanılan otomobil, tamamen özel donanımlı. Hırsızlar bu otomobile binip bir güzel çalıştırıyor, sonra da keyifle yola koyulup “çok iyi bir halt işlediğini” düşünerek zevkten dört köşe oluyor. Ancak bu dört köşe durumu fazla uzun sürmüyor çünkü otomobili izleyen polisler, önce otomobile bir güzel fren yaptırıyor, sonra da motoru durduruyor. Üstelik bunu da uzaktan kumandayla
Kullandığı otomobili “özel” ilan etmek, çoğu sürücünün gönlünden, aklından geçer. Dünyada da öyle... Ama böyle bir düşüncesi olan, “cüzdanı şişkin” sürücüler için durum çok farklı!
Bazen sırf zevk olsun diye bakındığım ikinci el otomobil ilanlarından, cevher diyebileceğim otomobiller çıkıyor... Mesela tavanı elektrikli testereyle kesilip özenle “cabrio” hale getirilen bir Şahin, V8 motor takılmış bir Anadol’a rastlamak artık şaşırtmıyor beni.
Ferarri’nin Enzo ve P3 modelinin harmanlanmış versiyonu.
Takıntı derecesinde bağlandığımız ya da vazgeçmekte zorlandığımız şeyler yok mu? Peki tüketiciler ya da araç kullanıcıları arasında? Okuyalım bakalım...
Hadi bakalım, şu yazıyı okumaya başladıysanız benim için küçük bir şey yapın... Arkanıza yaslanın ve bir süreliğine kafanızı toplayıp, düşünün. Tutku ya da takıntı düzeyinde bağlı olduğunuz bir şey ya da bir şeyler var mı? Yapmayıııınnn, “Kesinlikle yok!” demeyin lütfen. Bir kez daha düşünün. Gözden kaçırmış olmayasınız? Hani vazgeçemediğiniz, siz farkında olmasanız da ısrarla savunduğunuz...
Tamam ben başlayayım. Garajda öylesine durmakta olan ve kendisi, birkaç yıl sonra neredeyse evlendiğim yaşa gelecek (22 yaşında kendi) eski otomobilimi satmamakta direnmem gibi bir takıntım var. Veya bana uğursuz geldiğini düşünüp, önemli günlerde giymediğim tişört veya gömleklerim gibi. Depoda yer işgal etmenin ve varlıklarıyla beni mutlu etmenin dışında, pratikte
işlevi olmayan koliler dolusu dergilerim, maket otomobillerim.
Yok yok, göbek adım Galip Derviş değil, merak etmeyin...
Siz kendinizle ilgili olabilecek şeyleri düşünmeye devam edin, ben biraz da Türk tüketicisinin, Türk sürücüsünün bağımlılık hissettiği konulara
Gitmeyenler için söylüyorum, Japonların pek de bilmediğiniz bir tutkusu var. O da Kei’ler. Boylarından motor hacimlerine kadar her şeyi hükümet tarafından sınırlandırılmış minik otomobiller onlar... Ve büyüme şansları da yok!
Toyota geçen yıl Pixi’yle Kei pazarına girdi. Nedeniyse ülkedeki araç satışlarının yüzde 40’tan fazlasını Kei’lerin oluşturması.
Nissan’ın Kei modeli (solda). İlk popüler Kei otomobili Subaru’nun 360’ıydı (altta).
anırım yıl 1985-86...
Porsche denildiğinde neredeyse tüm dünyada insanların aklına gelen ilk model oldu 911.Ve bunu da 50 yıl kesintisiz üretimle pekiştirdi. Nereden ve nasıl doğdu, ikizi onu bir dönem nasıl alt etmeyi başardı? İşte onları okuyacaksınız bugün...
50’nci yıla özel 911’den 1963 tane üretilecek (en üstte). “Fıstık yeşili” arkadaş, 1974 model olur. Sarı Targa ise size anlattığım gibi ve hâlâ hoşşş... Arkadan görünen ise ünlü 959. Muhteşem!
Yıllar yılı bir markanın simgesi olarak kabul edilmek, ama aynı zamanda markanın uzun zaman taşıyıcısı olmak... Bir spor otomobil kimliğine sahip olmak ama günlük işlere de koşturacak kadar mütevazı bir “arı”ya dönüşebilmek... Daha sayayım mı diyorum ama salça’lamak nereye kadar diye düşünüyorum...
Devekuşu tüyü ile otomobilin alakasını pek çözememiş olabilirsiniz. Ben de ilk okuduğumda şaşırmış, “Yok artık devekuşunun tüyü!” gibilerinden bir ifade takınmıştım. Alakayı çözmek için, sizi yazının içine davet ediyorum...
Camaro modelinin son kat boyaları atılmadan önce dişi devekuşu tüyüyle tozu alınıyor.
Otomobil satın alanların ilk etapta sormadığı, ancak sonrasında dilden dile yaydıkları bir konudur kalite. Ancak aradan biraz zaman geçtikten sonra başlayan sorunlar, “kulaktan kulağa” yayılıverir sohbetlerde... “Usta, onca para verdim, otomobilin boyası pörtledi, kapısından ses geliyor, elektrikli cam düğmesi çalışmıyor” gibisinden... Sonuçta bunlar ufaktan “dağ” haline gelir ve bir markanın belirli bir kitle arasında adı “kalitesiz”e çıkıverir. Sonra da marka açısından “ayıkla pirincin taşını” süreci başlar, müşterilere bunu anlatmanın binbir türlü yolu aranır, bir de üzerine “servise çağırma” yapılırsa, sorma gitsin...
Tüketicileri memnun etmek
İşte tüm bunları, daha kaynağından çözümlemek amacıyla yıllardır çalışmalar yapılır. Yapılır yapılmasına da çoğu farklı firmalar tarafından üretilmiş binlerce parçanın birleştirilmesiyle fabrikadan çıkan