Orhan Pamuk La Stampa’ya “Hatıralarımın yok edildiği İstanbul’un bu yeni halini sevmiyorum” demiş. Kim seviyor ki?
“Orası bugün daha zengin ama daha az özgür bir şehir. Mimari, ekonomi değişti, çok sevdiğim ahşap evler yerle bir edildi” demiş. Yanlış mı?
Hangimizin “ahşap evleri” yerle bir olmadı bu şehirde. Hangimizin anıları yok edilmedi? Kaçımız doğup büyüdüğümüz sokakları mahalleleri tanıyabiliyoruz?
Pardon, çok sıkıcı bir yere gidiyor bu muhabbet. Devam edeyim ben en iyisi.
Dikkatimi çeken başka bir nokta var Pamuk’un verdiği röportajda. Kendisine İstanbul’un kültürel bir köprü olduğu hatırlatılınca, “Ben bir köprü olmak istemiyorum. Kararlılıkla Türkiye’nin geleceğinin Batı’da olduğuna inanıyorum, ben bu inançla büyüdüm: Batılı, açık, laik, burjuva bir eğitim aldım. Bugün İstanbul’da düşünce özgürlüğü yok ve bu beni kızdırıyor, üzüyor” demiş.
Hah işte şimdi konuşmaya başladık. Orhan Pamuk haklı. Artık kimse köprü olmak istemiyor. İnsanlar bu köprü mitinden de, medeniyetler beşiği lafından da, mozaik sembolizminden de fena halde sıkıldı, bıktı, baydı. Ortalıkta büyük bir hayal kırıklığı var.
Neden mi? Çünkü altı boş, sadece tabelada kalan laflar oldu bunlar. Ne bunların altını
Ezhel’in ilk albümü “Müptezhel” geçen mayısta yayınlandı. Şimdi bahsetmemin nedeni Ezhel’in sesini ufaktan kendi camiası dışında duyurmaya başlaması. Ayrıca şehrin sokaklarından, tadından, kokusundan bahseden şarkıların olduğu bir albüm, herkesin aklının fikrinin tatile kaçmakta olduğu bahara yaza değil, temelli şehre döndüğü ve tatil hayallerini toptan rafa kaldırdığı güze daha çok yakışır bence.
Bu bir Türkçe rap albümü. İçinde rap, trap, dub vuruşları var. Bir Türkçe rap albümü duyunca aklınız fikriniz, üzeri graffitili duvar, köprü - viyadük altı çağrıştırıyorsa bir durun. Bu klişeleri anlıyorum ben de... Çünkü çok kullanıldılar. Bununla birlikte Ankaralı bir rapçinin şehre dair hissiyatı farklı. Ankara’nın ayazından bahseden bir şarkı benim gözümde bütün bu klişeleri sarsıyor. Ankara’nın uzak bir mahalesinde süpermarketten sosis, salam çalmakla ilgili bir şarkı, (Ezhel’in Facebook sayfasında belirtildiği tabirle) sizce de son derece “Anatolian urban” değil mi?
Türkçe rap’te sözler hayret verici düzeyde iyi
Şaka bir yana Ezhel bir süredir müzikseverlerin radarındaki isimlerden biri. Son dönemde konserleriyle ve canlı performansıyla iyice kendinden söz ettiriyor. Ben aynı çevrede
80 yaşıma geldiğimde Mick Jagger gibi hâlâ hoplayıp zıplamak zorunda kalmayacağım neyse ki” diyor. “Sahnede dudaklarım dışında başka bir yerim oynamıyor ki zaten. Yaşlanınca işim kolay.” (*)
Liam Gallagher sonsuza kadar yaşayacağından neredeyse emin. İngiliz usulü rock’n roll günlerini geride bıraktığını biliyoruz ama artık ne daha olgun ne de daha uslu. Artık eskisi kadar fazla partilemiyor olsa da 45 yaşında hâlâ aklı fikri cinlikte, serserilikte, ona buna laf yetiştirmekte. Hâlâ küfürbaz ve hâlâ abisi Noel’den “o salak” (aslında “that cunt” diyor ama çevirmek istemedim) bahsediyor.
En son sekiz yıl önce sahnede bir araya gelmişlerdi. “Artık annem bile bizi barıştırmaya çalışmıyor” diye özetliyor durumlarını.
Bütün dünya atışmalarını ve karşılıklı küfürleşmelerini duymaktan, görmekten bıktı ama onlar bıkmadı. Kardeş değil kanlılar sanki. Noel’in Oasis’in beyni ve bestecisi olması, hatta kendini Beatles’tan bu yana en iyi besteci ilan etmesi Liam’ın en büyük yarasına parmak basıyor. Şarkı yazmak... Oasis’in dağılmasının ardından kardeşler kendi yollarına gittiğinde Noel, Noel Gallagher and the High Flying Birds ile yola devam etti. Liam, Beady Eye’ı kurdu. Açıkçası her iki ekip de
İtalya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası çözmesi gereken binlerce sorundan biri, 20 yıl süren Mussolini döneminde inşa edilen binlerce faşist heykelin ve mimari yapının akıbetine karar vermekti. Ne yapacaklardı? Hepsini tek tek parçalayıp yıkacaklar mıydı?
Savaş sonrası İtalya’yı yönetmek için kurulan Müttefik Kontrol Komisyonu, faşizmin sembollerinden kurtulmak istiyordu ama savaş sırasında faşizme karşı en büyük direnişi gösteren Komünist Parti’yi de kontrol altında tutmak lazımdı (daha sonra NATO’nun komünizmle mücadele için kurduğu gizli örgüt Gladio’nun da aynı ülkeden çıkması ve Türkiye dahil diğer ülkelere model olması tesadüf değil).
Şöyle bir tavsiye kararı aldılar. Mussolini büstleri imha edilsin. Onun dışındakiler sanatsal değerlerine göre müzelere gönderilsin, veya üzerleri kaplanarak bir yerlere kaldırılsın. “Faşizme karşı olalım, ama o kadar da olmayalım” gibisinden bir karar.
Heykellerin büyük kısmı kurtuldu. Daha sonra çıkan yasalar faşist siyasetin önünü tamamen tıkamaya odaklansa da sembollere dair alan hep flu kaldı. Bugüne kadar kimsenin dikkatini çekmiyordu bu konu ama Batı’da aşırı sağcı, ırkçı ve faşist eğilimli siyasal hareketlerin güçlenmesi gözleri yeniden
Geçen hafta, drum’n bass üstadı, bu türün yaratıcıları arasında yer alan Photek’in “Modus Operandi” adlı ilk albümünü dinlememin iki nedeni vardı. Bir, ben her zaman drum’n bass dinlerim ve bunu yaparken klasik albümleri hiç ihmal etmem. İki “Modus Operandi” geçenlerde 20 yaşına bastı. Tam olarak 9 Eylül 1997’de yayınlanmış bu öncü albüm. Ve bugün hâlâ bu türde bunun kadar iyi malzeme çok az.
X kuşağına mensup
Kesin olan şu, bu albüm artık klasik mertebesinde ve müzik zevki ne olursa olsun bir müziksever için dinlenmesi gerekenler listesindedir. Los Angeles’ta yaşayan İngiliz prodüktör ve DJ Rupert Parkes, 1971 doğumlu. Kendisi geçen yüzyılın belki de en “iki arada bir derede kalmış” kuşağına, yani X kuşağına mensup. Televizyonla plakla kasetle büyüyen, bilgisayarla 20’lerinde, web’le, müzikteki dijital dönüşümle 30’larında tanışan, sosyal medyanın şekillendirdiği dünyayı 40’larında gören bir nesil. Bütün bu dönüşümün, hızın, yertsiz yurtsuzluğun, iki arada bir derede kalmışlığın, analog ve dijital çağın etkilerini görebileceğiniz bir albüm “Modus Operandi”. Hem caz bulabilirsiniz içinde, hem funk, hem de en iyisinden davul ve bas. Müziği notalardan ziyade temel olarak bir zaman ve
Son dönem yapay zeka aşağı yapay zeka yukarı. Hayatımız nasıl değişecek ve yapay zeka bizi nasıl “mahvedebilir” onu okuyoruz. Mahvedebilir diyorum çünkü yapay zekayla ilgili olumludan çok olumsuz makaleye rastlanıyor. Hayatımızı kolaylaştıracak, dünyayı daha güzel bir yer yapacak diyenlerin sayısı, sonumuzu getirecek diyen ve türlü felaket senaryosu üretenlerden az .
Bana sorarsanız sonumuzu getirmek için bizim yapay zekaya ihtiyacımız yok. Kendi kendimize de gayet iyiyiz bu konuda.
Yapay zeka kullanımına dair pek çok makale havada uçuşuyor. Benim merak ettiğimse müzik odaklı işlerde yapay zekanın dünyayı, en azından müzik dünyamızı nasıl değiştirebileceği. Şu bir gerçek. Yapay zeka, yeni şarkıların yapılmasında kilit rol oynayacak. Yani hit şarkı yapmak, farklı dinleyici kitlelerine hitap edecek şarkılar üretmek, yapay zekanın kullanıldığı bir alan olacak. Hatta oluyor. Şu ara dünyanın neresinde en fazla ne dinleniyor, ne tutar, ne tutmaz, hangi melodiler, tarzlar moda olur, nasıl ritimler daha fazla satar gibi konular tamamen yapay zekaya emanet olmak üzere. Stream platformları üzerindeki milyonlarca şarkıyı milyarlarca dinlenmeyi analiz edip bu bilgileri analiz etmek ve derin
Andorra’da içiliyor. Avustur-ya’da içiliyor. Belçika’da içiliyor. Bosna Hersek’te içiliyor. Bulgaristan’da içiliyor. Hırvatistan’da içiliyor. Çek Cumhuriyeti’nde içiliyor. Danimarka’da içiliyor. Estonya’da içiliyor. Finlandiya’da içiliyor. Fransa’da içiliyor. Almanya’da içiliyor. Cebelitarık’ta içiliyor. Yunanistan’da içiliyor. Macaristan’da içiliyor. İzlanda’da içiliyor. İtalya’da içiliyor. İrlanda’da içiliyor. Liechtenstein’da içiliyor. Litvanya’da içiliyor. Lüksemburg’da içiliyor. Makedonya’da içiliyor. Malta’da içiliyor. Monako’da içiliyor. Karadağ’da içiliyor. Hollanda’da içiliyor. Norveç’te içiliyor. Polonya’da içiliyor. Portekiz’de içiliyor. Romanya’da içiliyor. San Marino’da içiliyor. Sırbistan’da içiliyor. Slovakya’da içiliyor. Slovenya’da içiliyor. İspanya’da içiliyor. İsviçre’de içiliyor. İsveç’te içiliyor. İngiltere’de, İskoçya’da, İrlanda’da,
Galler’de içiliyor.
ABD’de içiliyor. Kanada’da içiliyor. Avustralya’da içiliyor. Yeni Zelanda’da içiliyor.
Arnavutluk’ta içilmiyor. Ukrayna’da içilmiyor. Rusya’da içilmiyor. Afrika’da içilmiyor. ABD’nin komşusu Meksika’da içilmiyor. İran’da içilmiyor. Afganistan’da Hindistan’da, Moğolistan’da, Nepal’de içilmiyor. Çin’de içilmiyor.
Vega’nın Türkiye’nin rock müziğinde kendine has bir yeri var. Klasik bir rock grubu değil, klasik bir pop grubu ya da indie / alternatif ekibi de değil. Elektronik ve rock etkisinde oldukları da doğru ama bunlar da değil doğru sıfatlar.
Vega, Deniz Özbey’in etkileyici vokali ve sözleriyle şekillenen, Tuğrul Akyüz’ün müzikal vizyonuyla ve el işçiliğiyle son halini alan bir müzik ekolü. Ve memlekette türünün tek örneği olabilir. Tabii bu satırları okuyup değerlendirmek için 1999’a ışınlanıp “Tamam Sustum”u dinlemeniz lazım önce. Ben dün gibi hatırlıyorum. Ortalık Türk tipi rock gruplarından geçilmezken Vega’nın klibi geldiğinde “Vaay kim bunlar?” dedirtmişlerdi. Bu genç ve asi albümün ardından gelen iki albümde ruhtan ve esastan bir şey kaybetmedi Vega. Aksine sözlerle kendilerini zaman içinde daha iyi ifade ettiler. Şimdi yeni albümü dinledikçe eski albümleri de dinlemiş gibi olmamızın nedeni belki de budur.
Albümün en demli yeri
Kitabın son sayfasını okumak gibi olsa da sondan başlayayım. “Ve Tekrar”da üstüste kaydedilmiş vokaller şarkıya ihtiyacı olan törensel havayı vermiş. Bu şarkıyı etkileyici bir rock balad’ından fazlası haline getirmiş. Benim en sevdiklerimden biri oldu.