AKM, inşasına başlandığı günden itibaren ona gerçek işlevi dışında sembolik başka anlamlar yüklemeyi tercih eden bizler tarafından elbirliğiyle yıkılıyor.
Zaten yıkık döküktü, iskeleti kalmıştı. 10 yıldır kullanılmıyordu. Yıkmaları iyi oluyor.” Bu genel kabul doğru değil. AKM yıkılmak istendiği için bilinçli bir şekilde ölüme terk edildi. Sonunda bakımsızlıktan, ilgisizlikten yıkılacak hale geldi. Onarılamaz durumda değildi. Zamanında makul bir fiyata gerekli bakımları yapılıp yenilenebilirdi. Bu istenmedi.
“Bakımı çok pahalıydı, yıkıp yenisini yapmak daha ucuza geliyor.” Bu bilgi de somut bir hesaba dayanmıyor. Yeni yapılacak projenin de mimarı olacak Murat Tabanlıoğlu onarım için 20 milyon dolarlık bir maliyetten söz etmişti. AKM’nin yerine yeni bina yapmak elbette ki bakımından daha büyük bir maliyet getirecektir.
Kendimizi değerli ve önemli hissederdik
“Eski bina yerine yepyeni modern bina yapıyorlar daha iyi değil mi?” Bu konuda kişisel düşünecemi paylaşmama izin verin. Değil. AKM, yıkıp yenisi yapılacak bir apartman değil, muhafaza edilecek bir mimari eserdi. Bir kültürel anıttı. İçinde anılar barındırmış, toplumsal bellekte yeri olan, İstanbulluların duygusal açıdan bağlı
İstanbul iki hafta boyunca Akbank Caz Festivali sayesinde renklenecek. İlgi çekici pek çok konser arasından kişisel tavsiyelerimi sıraladım...
- Bonobo Live, 11 Kasım / VW Arena: “Migration” yılın en iyi elektronik müzik albümlerinden biri. Caz, elektronik, downbeat alanlarında gezinen bu usta ismin performansı “epik” olur. Salonda yerinizi almaya bakın.
- Shabaka & The Ancestors, 9 Kasım / Babylon: Londra caz sahnesinin genç kuşağını temsil eden bir saksofoncu Shabaka Hutchings. Dünya ve caz alanındaki öncü oluşumlardan Gilles Peterson’ın Brownswood Records adlı bağımsız şirketinin sanatçılarından biri. Zihni, ufku açık bir caz dinleyicisinin mutlaka izlemesi gerekir.
- Alfredo Rodriguez Trio, 14 Kasım / Babylon: Efsane soul, funk, R&B, caz ve pop prodüktörü Quincy Jones’un yapımcılığını üstlendiği “Tocororo” albümüyle gündemde Kübalı piyanist. İbrahim Maalouf, Richard Bona, Miguel Diaz gibi usta müzisyenler eşlik edecek kendisine. Vokalde, ilginç bir isim, şu günlerde kardeşiyle birlikte Ibeyi adıyla da müzik dünyasının gündeminde olan, Naomi Diaz var.
- Benedikt Jahnel Trio, 11 Kasım / Akbank Sanat: Berlin çıkışlı müzisyenin New York’ta geçirdiği müzik dolu dönemin ardından
Geçen hafta efsane müzik dergisi Rolling Stone’un kurucusu Jann Wenner’ın biyografisi “Sticky Fingers: The Life and Times of Jann Wenner and The Rolling Stone” yayımlandı. Başta müzik olmak üzere, yayıncılık camiası bu kitabı konuşmaya başladı.
60’ların rock kültürünü temsil eden, hatta yaratan ve şekillendiren en önemli aktörlerden biri Rolling Stone dergisi. Kurulduğu 1967 yılından bu yana o dönem efsane olan ve dünyayı şarkılarıyla şekillendiren kim varsa bu dergi aracılığıyla imajını sağlamlaştırdı, derdini anlattı, kitlelere ulaştı. Dergi de onların sayesinde, onları efsaneleştirerek kimliğini buldu.
Ancak 70’lerden itibaren işler değişmeye başladı. Alternatif kültür popülerleştikçe ana akıma kaydı, ana akıma kaydıkça büyük sermaye işin içine girdi. Hadise giderek bir cilalı imaj devrine döndü. Kitap işte bu dönemden başlayarak aslında derginin de Jann Wenner’ın da karakterini kaybettiğini, sermayeye teslim olduğunu iddia ediyor. Wenner’ı paragöz, ünlü âşığı, bencil, kendini de hayran olduğu ünlüler gibi bir rock yıldızı olarak konumlandıran bir medya patronu olarak resmediyor.
İşin ilgi çekici yanı, kitabın yazarı Joe Hagan’a bu kitabı yazması için teklifin Wenner tarafından
Bu spottan Türkiye’de R&B söylensin gibi bir sonuç çıkmamalı. Demek istediğim; R&B olur, rock olur, halk müziği olur, alaturka olur... Olur da olur. Tarz çok. Yeter ki yeni bir kanal açılsın. Kendini tekrar eden işler yeni albüm diye karşımıza konmasın. Bu yüzden bugün pop, kelime anlamına da ters düşerek, kimsenin dinlemediği bir müzik haline geldi. Popüler olmayan pop da hiç çekilmiyor takdir edersiniz ki...
Amerikalı besteci ve şarkıcı Kelela’nın albümüne gelirsek… Bir defa Kelela 34 yaşında, hayatta artık ne yapacağına karar vermiş, yolunu çizmiş bir insan... Bu yaşta bir ilk albüm yaptığınızda, müzikal açıdan da anlatılan hikayeler açısından da ayaklarınız yere basıyor demektir. Kelela caz eğitimi almış bir şarkıcı. Ancak elektronik müziğin farklı alanlarına ilgi duyuyor ve bu durum ona şu anki karakterini kazandırıyor. Hem kulüplerle hem yalnızların kulaklıklarıyla (“yalnız kulaklığı”, shoegaze misali güzel bir kategori olabilir) dost şarkılar yapmaya başlıyor. Washington DC doğumlu sanatçı 2010’da Los Angeles’a taşınınca işler hızlanıyor. 2013’te “Cut 4 Me” adlı bir mixtape yayınladı Kelela. Girl Unit, Jam City, Bok Bok, Nguzunguzu gibi yeni nesil avangart prodüktörlerle
Bana en fazla sorulanlardan biri “Bütçem şu kadar, hangi kulaklığı almalıyım”... Bu sorunun yanıtını Sennheiser’ın audio deneyim merkezinde aradım...
Kulaklık artık otomobil gibi, cep telefonu gibi, dizüstü bilgisayar gibi bir prestij nesnesi haline geldi. Sadece müzik dinleyeceğimiz bir cihaz değil; bir aksesuar, giyim kuşamımızı, tarzımızı, kişisel elektronik donanımımızı tamamlayan bir unsur... Bazen kendimiz hakkında, kişiliğimiz, zevklerimiz ve hayat tarzımız hakkında mesaj veren bir nesne.
Markalar da bu pazarı genişletmeye, çeşitli ihtiyaçlara göre tasarlanan ürünlerle zenginleştirmeye kararlı. Bugün bir müzik mağazasına ya da elektronik ürünler satan bir yere girdiğinizde kulaklıklara geniş bir alan ayrılmasının bir nedeni de bu.
Oyun amacıyla, çok konuşanlar için, çok gezenler için tasarlanan modeller derken geniş bir yelpazede ürünlerle dolu bir alan haline geldi. Bana en fazla sorulanlardan biri “Bütçem şu kadar, hangi kulaklığı almalıyım” sorusu. Bu sorunun yanıtını ben de geçen hafta Sennheiser’ın audio deneyim merkezinde aradım.
Ama önce genel bilgiler vermek gerekirse, global kulaklık pazarının 2016 rakamlarıyla 12 milyar dolar civarında olduğu bildiriliyor. Bu pazarın
Taksim’den bizim ev aşağı yukarı 15 km. Gece yarısından sonra ilginç bir yürüyüş olabilirdi. Şanslıysak sadece soyulur, tecavüze uğramadan ya da öldürülmeden sabaha doğru evde olurduk aziz İstanbul’da.
Çünkü her tarafının birbirine yer altından köprülerle, tünellerle bağlandığı iddia edilen bu şehirde, “Şuradan şurası sadece 15 dakika” diye pazarlanan bütün hizmetler ve güya mümkün olan bu şehir içi seyahat, sadece ve sadece gündüz işi gücü olmayanlar için keyif verici bir seçenek.
Sabah işe gidiyorsanız, akşam iş çıkışı saatinde eve ulaşmaya çalışıyorsanız, o saatte metroya bile binilemiyor kalabalıktan. Otobüs, minibüs ve metrobüs Allahlık. Şansınız varsa birkaç saate gideceğiniz yere ulaşıp işinize başlayabiliyorsunuz.
Akşam evde çay demleyip dizisini izleyenler için de sorun yok. Zira geceleri evden çıkmazsanız ulaşım sorununuz da olmuyor.
Lafı uzattım biliyorum. Geçen akşam eş dost toplandık, Cihangir’de güzel bir yemek yedik. O büyüleyici manzarayı, gece olduğunda İstanbul’un bütün kirini günahını sihirli bir yorgan gibi örten karanlığı, şehrin sırtlarındaki mahallelerin Boğaz’a vuran ışığını, vapurları, tarihi yarımadanın masalsı siluetini iyimserlikle ve mutlulukla izledik
Kafeye oturdum, bilgisayarımı açtım, kahvemi aldım, internette oradan oraya sürtüyorum. Bir garip his, tatlı bir sıcaklık ayaklarımdan yukarı doğru çıkmaya başladı. Kafamı kaldırdım, ufukta bir yere bakar gibi duvara sabitlenen gözlerimi hafifçe kıstım ve acaba ne oluyor bana diye düşünmeye başladım. Meğer “Protection” çalıyormuş. Massive Attack’in 1994 klasiği. Tracy Thorn’un kadife vokali. Sanki bütün karanlık ve ıslak şehirlerin pisliğini filtre edermiş gibi “You can’t change the way she feels / But you could put your arms around her” (Duygularını değiştiremezsin ama yine de ona sarılabilirsin) diyor usul usul... İnternette önümde akan kalpsiz, merhametsiz olduğu kadar tatsız tuzsuz ve heyecansız olan gündem bile etkisizleşti. Silikleşti. Bütün çok mühim “vıdı vıdılar” ufukta kaybolan dev bir gemiye dönüştü. Sadece havada asılı, inceden bir duman görünüyor. Ben gülümseyerek gökyüzüne bakıyorum.
İşte o an “Müzikte nostaljiye maruz kalmanın günlük hayattaki faydaları” başlıklı bir şeyler yazmaya karar verdim. Bu notu aldım ve habire test çözen zavallı ergenlerin yanından geçerek dışarı çıktım. Her zaman uğradığım bir başka kafeye girdim. Her zaman aldığım gibi bir kahve aldım.
Beck hayatımıza “Loser” ile girdi. Yıl 1993’tü, grunge ve rap’in aynı anda yükselişe geçtiği, klasik anlamıyla sönüp gitmiş rock’ın, Oasis ve Blur gibi Brit ekipler üzerinden kendine yeni yollar arayarak ana akıma yürüdüğü yıllar... Radiohead’in “Pablo Honey”yi yaşadığı yıllar. 2000’lerde kendini daha geniş kitlelere kabul ettiren alternatif dalganın da doğuş yılları.
Beck’in “Loser”ı, rap ve rock’ı birleştiren beat’iyle vücudunuza doğal bir salınım enjekte ediyordu. Bu müziği duyar duymaz hem tanıdık bir şeyler algılıyor hem de yepyeni bir alanda koştuğumuzu fark ediyorduk. Beck, izleyen yıllarda belli bir tarzı sahiplenerek o tarzın öncüsü, lideri, sözcüsü gibi kariyerini buna adayan sanatçılardan olmadı. Kendini zaman içinde farklı etkilere ve işbirliklerine açık tuttu. Albümleri elektronik müzikten, country’den, folk ve funk’tan etkilendi.
Tefrika edilen albümler
Beck ilk Grammy’lerini 1996 tarihli “Odelay” albümüyle aldı. 2000’de “Mutations” ile (Moby’nin “Play”ini geride bırakarak) En İyi Alternatif Müzik Albümü Grammy’sini kazandı. Aradan geçen yıllarda defalarca en iyi alternatif albüm, yılın albümü, en iyi solo rock vokal performansı gibi alanlarda adaylar arasındaydı.