Basit bir konser bile skandalsız, olaysız verilemiyor. İşler işte bu noktaya kadar gelip dayandı. Emeği geçen herkese bravo. Yussef Kamaal’dan bahsetmiştim burada, okurlar hatırlayacak (“Yussef Kamaal’ın büyüleyen sound’u”, 27 Kasım 2016). İngiliz caz-broken beat ikilisinin İngiliz DJ ve prodüktör müzik gurusu Gilles Peterson’ın firması Brownswood’dan yayınlanan albümü heyecan yaratmıştı.
Yıllarca farklı ekiplerde müzisyenlik yapan iki isim ilk kez kendi müziklerini yapmak için stüdyoya girmişler ve bana kalırsa bu dönemin kendi türünde en nitelikli albümlerinden birine imza atmışlardı. Hiphop, caz, broken beat, afrobeat etkilerindeki bu “Black Focus” isimli albümü beğenerek dinliyorum ara ara.
İkili ve yetenekli enstrümancılardan oluşan ekipleri, bu yıl dünyanın en prestijli kültürel buluşmalarından SXSW’da (South by Southwest) performanslar sergilemeyi planlıyordu. Her şey hazırdı ancak, tam da günümüzün ruhuna uygun bir şey oldu. İkiliden Yussef Dayes, ABD vizesi alamadığından ülkeye sokulmamış. Bu yüzden performanslar iptal edilmiş. Bu durum kendisine son dakikada bildirilmiş.
Herkes eziliyor
Brownswood, ABD’nin bu kararını dini ve etnik kökenlere dayalı ayrımcılık olarak
Uçan arabalar olacaktı. Uçan tren değil ama vızır vızır uçan arabalar kesindi.
Trenler gökyüzüne uzanan rayların üzerinde dolaşıp dev binaların, blokların arasından yılan gibi kıvrıla kıvrıla geçecekti.
Muhtelif hayaller arasında Ay’a yerleşmek, koloni kurmak, Mars’a gitmek vardı. Uzay gemileriyle gezegenler arası kolayca yolculuk etmek. Bunlar zaten standart şeylerdi gelecekten beklentilerimiz arasında. Ama benim için ‘Back To The Future’daki uçan kaykay önemliydi. Biz büyüyene kadar kesin yapılırdı.
Hepimiz tek tip böyle parlak metal görünümlü tayt gibi elbiseler giyecektik. Yemek dediğimiz şey bazen bir küçücük hap olacaktı. Öyle sofra hazırlamaya falan son. Yolculuk mu? Kolayı var, ışınlanma olacaktı. Tak tak tak, her şey pratik...
En bela hastalıkların tedavisi kolay, ışın tabancası gibi bir aletle şöyle bir dokunuyorsun yara olan, ağrıyan yere, hiçbir şey olmamış gibi kalkıyorsun yataktan.
Konuşmadan iletişim kurabilecektik. Vay vay vay... (Telepati gibi bir yöntemle olacaktı ama bu, Whatsapp’la değil.)
Ev işlerini robotlar yapacaktı. İnsana benzeyen, “Ama biz de insan muamelesi görmek istiyoruz” diye içlenen androitler sonraki hikâye.
Dünya birleşecek, tek bir yönetim altında yönet
ilgisayar başından kalkmadan aktivistlik yapanlara İngilizce’de “clicktivist” deniyormuş. Sosyal kampanyalar ya da protestoların internet ve sosyal medya üzerinde örgütlenmesini ifade eden bir teknolojik kavram. Geçenlerde okuduğum bir makalede bayağı saydırıyorlardı bu kliktivistlere. Oturdum düşündüm, niye kızıyorsunuz, hor görüyorsunuz kardeşim siz tıklamacıları diye kendi kendime heyecanlandım.
Hayır, hanginiz sosyal medyada açılan bir sosyal kampanyaya tıklayarak destek vermedi? Hanginiz anlamlı bir hashtag paylaşmadı? Şu yazıyı bile sosyal medyada önüme düştü diye okuyorum. Arayıp bulmaya çalışsam nereden bulacağım ta Amerika’da bilmem ne şehrinde biri tarafından yazılmış makaleyi? Tıkladık baktık, fena mı yaptık? Belki paylaşırım bile.
Zavallı Amerikalılar
Her gün yapılan sıradan işler bunlar. Bilgisayarı aç, sosyal medyaya gir ve tıklamaya başla. Telefonu eline al, kutsal parmağı kullan, aşağı doğru in, şu hashtag’i paylaş, şunu RT yap, bunu şu kişiye yolla, şu linki paylaş... Ne yapacağız kütüphaneye gidip ciltlerin arasından yazı bulup mu okuyacağız? Gerçek hayatta geniş kitleler için mümkün ve sürdürülebilir bir bilgi modeli mi bu?
Yeni de değil gerçi bu kavram, ama buna
Müzikseverler 24-25 Mart tarihlerini takvimlerine işaretlemeli. O hafta sonu İstanbul’da Zorlu PSM’nin dört ayrı sahnesinde yer alacak bir uluslararası festivali ilk kez ağırlayacağız. Sonar İstanbul, sadece bir müzik ve performans festivali değil, aynı zamanda elektronik müziğin dünü, bugünü ve yarını hakkında geniş bir perspektif çizmeye çalışan, tekonoloji ve müziğin beraberliğine odaklanmış özel bir etkinlik.
1994’te Barcelona’da doğan bu festival o günden bugüne gelişerek dünyanın farklı şehirlerine yayıldı ve her şehrin karakterine, mizacına uygun olarak kendini geliştirdi.
New York’ta başka, Rejkjavik’te başka bir içeriğe sahip oldu. Şimdi ilk kez İstanbul’un yerel sahnesinden de renklere yer verecek ve buradan aldıklarıyla daha da zenginleşecek elbette. İstanbul’un giderek büyüyen ve kendini zaman içinde yeniden tanımlayan bir elektronik müzik alemi var. Yeraltından giderek kafasını çıkaran bu sahnenin farklı özelliklere sahip temsilcilerini bir arada izleme fırsatı bulacağız bu festivalde. Bu bile Sonar’ı kendi başına değerli yapıyor.
Kimler, neler var?
Performanslar bir yana, yaratıcılık ve teknoloji başlıkları altında konferanslar ve workshop’lar da yer alacak bu iki günde.
Elimde kayınpederin hediye ettiği fotoğraf makinem, sokak sokak dolaşıyorum. Ara Güler gibi ne görsem basıyorum deklanşöre. Her gün geçtiğim sokaklar, her dakika gördüğüm apartmanlar, önlerinde bir sürü anımın olduğu köşeler, siluetler.
Bildik yerler hepsi kısacası. Ama işte vizörden bakınca sıfır numara fotoğraflamalık, bol bol buruşuk suratlı yaşlı, sümüklü güzel gözlü çocuk barındıran, martısı vapuru falan süper manzaralı kelepir bir şehrimiz İstanbul.
“Hiç tanımıyormuş gibi çek panpa” derken kafa sesim, bir anda hello mello demeye başladı çocuklar. Anında turist olduk. Vay be bir makine, bir kapüşon, bir güneş gözlüğü yetiyor bu ülkede yabancı olmak için dedim kendi kendime. Ama “turistlik” eski kafa. Yeni trend ‘expat’ kafası. Yani yurt dışına turist olmaya değil çalışmaya gitmek.
***
CNN’in 2016 yılı dünyanın en iyi expat şehirleri listesine bir göz attım geçen gün, biri paylaştı herhalde, kucağıma düştü. Yazıyı özetlersem, suya sabuna dokunmadan paşa paşa çalışıp yaşanabilecek en baba şehirler sondan başa doğru şöyleymiş:
Toronto, Bern, Berlin, Wellington, Amsterdam, Sidney, Kopenhag, Cenevre, Frankfurt, Düsseldorf, Vancouver, Münih, Oakland, Zürih, Viyana.
Medeniyetin kalbi
Beyoğlu yeniden canlansın diye iyi niyetli ama fazlaca kişisel boyutta örgütsüz bir çabamız var. Arkadaşlarla ara sıra yaptığımız yemekli buluşlamaları illla İstiklal Caddesi taraflarına almayı huy edindik. Hepsi bu. Festival düzenlemiyoruz, bizimkisi gezip gezip yazmak.
Beyoğlu’nda Asmalımescit taraflarında bir sokak. 10 yıl önce semtin kalbi olan noktada güzel ve tarihi bir meyhanemiz. Duvarlarda gazete kesikleri, burayı öven yazılar, “Bu mühim zat buraya gelmişti, şu masada oturmuştu” mesajını veren, büyütülünce iyice flulaşmış çerçeveli fotoğraflar... Meşhur zat kameraya bakmasa da, sıkıntılı olsa da önemli değil, biz anladık. O buradaymış.
Atatürk resimleri, posterleri her yerde. Hele bir tanesi var ki Tekel logolu. Tekel, Atatürk posteri vermiş bir dönem. Ne acayip. Eski Türkiye çok fantastik.
Nadide bir parça
Camın önüne oturmak için kavga edilen, günler öncesinden yer ayırtılan bir meyhanemiz burası. Şimdi, artık kapkaranlık ve ıssız bu sokağa girince buyurun diye kapıda ağırlıyorlar şaşkınlıkla. Hatta kapıda bile karşılamıyorlar, biz kapıya gidince içeriden şaşkın gözlerle kapıya gelip buyur ediyorlar.
10 yıl önce bırakın semti, İstanbul’un kalbi olan bir noktadayım, camın
Hayat her gün ne yapıp ediyor, sizi şaşırtmaya devam ediyor. Yeter ki siz görmeyi, bakmayı bilin. Karşımda Kenan Doğulu heyecanla Tahribad-ı İsyan’ı anlatıyor. Bundan ala şaşkınlık olabilir mi?
Son yıllarda alternatif müzikle ilgilenen kitlenin muhakkak radarında olan rap ekibi Tahribad-ı İsyan’ın aynı adlı ilk albümünün lansmanındayım ve Kenan Doğulu bu albümün prodüktörü.
Dahası var. Yanında benim kuşağın rock starlarından, ta Ortaköy’deki Sis Bar’da (80’lerden bahsediyorum arkadaşlar) ortalığı birbirine katan Mercury’nin solisti olduğu dönemden hatırladığım Murat Çekem var. Çekem ile Kenan Doğulu’yu yan yana görmekten doğan şaşkınlık mı ağır basıyor, yoksa Çekem’in Tahribad-ı İsyan’ın albümünü yapmış olması mı? Velhasıl müzik güzel şey işte, böyle herkesi bir araya getiriyor. Denkleme dördüncü bir ismi daha katalım: Halil Altındere.
İki liseli kurdu
Kenan Doğulu’nun çağdaş sanata merakını biliyoruz. Tahribad-ı İsyan ile tanışmasının geri planında bu merak var. Halil Altındere’nin 2013’te İstanbul Bienali’nde yer alan ve kentsel dönüşümü konu alan “Wonderland” isimli çalışmasında Fuat ile birlikte yer almıştı Tahribad-ı İsyan. Ve bu şekilde farklı bir çevrenin de radarına girdi.
“Bu Şûra’da, sinemada, müzikte, edebiyatta, müzecilikte, çocukların kültürel eğitiminde, aklınıza gelen tüm mecralarda, ne yapıyoruz, ne yapmıyoruz, neyi doğru, neyi yanlış yapıyoruz açık yüreklilikle tartışmayı amaçlıyoruz.”
Hafta sonu 3-5 Mart tarihlerinde Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde düzenlenecek Milli Kültür Şûrası’nın amacını Kültür Bakanı Nabi Avcı bu şekilde ifade etti.
Bir süredir “Kültürde istediğimiz yerde değiliz” düşüncesi hükümet çevrelerince dillendirilmekte. Belli ki bu konuda bir şeyler yapma ihtiyacı ve endişesi var. Belli ki bazı şeylerin yanlış ve eksik yapıldığı düşünülüyor. Bakan Nabi Avcı açık yüreklilikle tartışılacağını belirtiyor. Ne güzel. Sayın Bakan’ın çağrısına uyalım, açık yüreklilikle yanlış bulduğumuz noktaları sıralamaya çalışalım.
İlk yanlış tektipleştirme. Resmi makamlar kültürel alanı kontrol altına alınacak, yönetilecek, hükmedilecek ve en önemlisi tektipleştirilecek bir alan olarak gördükçe başarısız olmaya da mahkûm. Türkiye gibi zengin bir kültürel birikime sahip bir ülkede tektipleşme demek başarısızlığı baştan kabul etmek demek çünkü.
Nobel alan yazarından, dünya çapında piyanistinden, insanlığa mal olmuş büyük şairinden, tiyatrocusundan,