7638. 2016 yılında Türkiye’de trafik kazalarında hayatını kaybedenlerin sayısı. Bunların 1311’i 15-29 yaş arası gençler. Bu kategoride dünya birincisiyiz biz, biliyor muydunuz?
Dünyadaki bütün ülkeler arasında bütün trafik kazalarında en fazla genç bizde hayatını kaybediyor. Bir kişiyi kaybetmek bile çok acıyken bu alanda dünya birincisiyiz.
Dolar, borsa, altın kadar yakın takip etmediğimiz istatistikler bunlar tabii. Her gün insan açıp bunlara bakmıyor. Yeri geldi yazayım istedim.
***
Geçen hafta bugüne kadarki jüri deneyimlerimden belki de en ilgincini ve en zevklisini yaşadım. Doğuş Otomotiv’in trafikte sorumluluk ve trafik güvenliği temalı “Trafik hayattır” jingle yarışmasının jüri üyesiydim.
Beste ve şarkı yarışmalarında daha önce defalarca jüri üyeliği yapmış biri olarak gelen işlerin ve katılanların niteliği karşısında şaşırdım açıkçası. Demek ki insanlara bir tema verdiğinizde ve insanlar bu tema üzerine düşünüp kendilerini zorladıklarında çok yaratıcı işler yapabiliyorlar. Demek ki güneş doğdu, güneş battı, yağmurlar yağdı, mutsuzum, yalnızım, sensizlik dışında lafları var gençlerin. Demek ki yaratıcılık da bir disiplin gerektirebiliyor zaman zaman gibi iç seslerle dinledim
Stephin Merritt 1965 doğumlu. 2015’te kaydetmeye başladı bu albümü (“50 Song Memoir” - The Magnetic Fields / Nonesuch Records). 50 yaşında stüdyoya girdi ve orta yaş krizini üstü açık araba, genç sevgili, mavi gömlek, pembe yakaları kalkık tişört ve puro ile değil, en iyi bildiği şeyi yaparak, şarkı besteleyerek idrak etmeyi tercih etti.
ABD’de pek çok Boston çıkışlı ekip gibi (mesela Karate) üzgün aşk şarkılarıyla kendine kariyer inşa eden Merritt için müziğin Woody Allen’ı yorumunu yapabilirim. Allen gibi komik değildir ama kendisiyle dalga geçmeyi başarır. Üzgün şarkılarında her zaman, sözlerle olmasa bile müzikle size geçirdiği bir mizah hissi vardır. Onun 50 yaş albümü bu bakımdan ilgi çekici. Woody Allen’ın o yaşlarda neler yaptığını biliyoruz, Merritt müzikal açıdan neler yapmış acaba? Böyle şeyleri merak etmek de bir hastalık olabilir tabii.
Anılar... Anılar...
Bir defa her yılı bir şarkıyla hatırlamak konsept olarak hem çılgınca hem de çok mantıklı. Her şarkı bir anıya, o yılın en önemli anısına odaklanmaya çalışıyor. Bu bakımdan şarkılarda geçen isimler, olaylar son derece subjektif. Ve buna şaşırmak yersiz. Ve her şarkı şahane değil, her anı gibi.
Nedeni nasılı ne olursa
Bir albümün kapağını açtığınızda içinde sizi karşılayan bilgiler, o albüm hakkında bir ipucu verir mi, vermez mi? Verir. Bakın bu albümün kapak içinde şunlar yazıyor:
“Recorded at Volkan Öktem’s studio. Additional recordings at Sarp Maden’s and Alp Ersönmez’s home studios.”
Çok net, çok temiz. Herkes kendi stüdyosunda çalışmış, uçmuş, takılmış, kendi müzikal alemine dalmış, kendinden geçmiş. Üç müzisyen, üç enstrüman, üç kişisel stüdyo.
Deneysel gitar solosu
Roger Waters’ın aktardığı bir hikaye vardır. “Wish You Were Here” kayıtları sırasında ileride grubu dağılmaya götürecek yabancılaşma ve farklılaşma çoktan başlamıştır. Her bir üyenin albüme dair o kadar farklı fikirleri ve yaklaşımları vardır ki ve Waters hepsine o kadar fazla muhalefet etmektedir ki artık aralarındaki iletişim kopmuştur. Konuşmak yerine herkes enstrümanına sarılır.
Waters kayıtlar sırasında dört üyenin enstrümanlarını ve teknik kurulumlarını birbirilerine sırtlarını döndükleri bir çember oluşturacak şekilde konumlandırdıklarını anlatır. Böylece aynı odada ama birbirlerine sırtlarını dönmüş bir şekilde birbirlerini görmeden kendi başlarına çalmaktadırlar. Albümü bilenler baştan sona “yabancılaşma” temalı bu
Tablet ve bilgisayarı kabine almak yasakmış artık ABD’ye ve İngiltere’ye giderken. Yani bize yasakmış. ‘Bağzı’ Müslüman ülkelere...
Bavula koymak gerecekmiş bundan sonra. Teröristlere karşı güvenlik önlemiymiş. Bu güvenliklerin ucu hep bize dokunuyor. Kaderimiz böyle demek. Önce su şişeleri, parfümler, deodorantlar gitti, şimdi de bu.
Fakat bir millet şokta. “Neden İsviçre’den, Avusturya’dan, Norveç’ten kalkan uçaklarda serbest de bize yasak?” diye soran var. Allah allah acaba neden? Neyse oralara girmeyeyim. Soruyu herkes kendisine göre yanıtlasın.
Ve bir millet yıkılmış durumda. “Artık çalışmayacağız uçakta!” diyorlar. Sanırsınız bazılarımız uçakta maillerini temizleyemeyecek, dizisini seyredemeyecek diye ülke çökecek.
Yasaklar listesine baktım. Dizüstü bilgisayar, tablet, kindle vb gibi aletler dışında yasaklılar arasında ‘travel printer’ var. Seyahat boyutunda printer (!) alan var yanına demek ki uçağa. Ben denk gelmedim ama büyük arıza yapardım herhalde. Yanında printer’la gelen uçağa binmesin bana kalırsa, demek ki çok meşgul bu kişi. Otursun işini yapsın, bu kadar acilse kâğıt çıkışları. Neyse ki artık böyle bir tehlike yok, insanın Trump’a teşekkür edesi geliyor. Düşünsenize,
Sahra Çölü coğrafyasında göçebe olarak yaşayan Tuareg topluluklardan çıkan, bu bölgelerde bu şartlarda, çoğu zaman çok zorlu ortamlarda yetişen, bir araya gelen gruplar, bugün dünyaya seslerini giderek daha gür duyuruyorlar. Bugün artık “desert blues” veya “Tuareg blues” diye bir kategoriden rahatlıkla söz edebiliriz.
Tuaregleri anlatıyor
Mali, Moritanya, Nijer, Fas, Burkina Faso, Cezayir, Libya gibi ülkelere dağılan Tuareglerin müziği Avrupa ve ABD başta olmak üzere dünya çapında festivallerin beğenilen, ilgiyle takip edilen müzik türü. Geçen hafta bu müziğin en tanınmış ismi Tinariwen İstanbul’da Zorlu PSM’de bir konser verdi. Bu hafta da 31 Mart Cuma akşamı Malili Tamikrest Salon’da sahneye çıkacak.
Tamikrest 2006’da bir araya gelmiş Malili bir ekip. Tuaregler göçebe olduklarından aslında ülkelerden ziyade Sahra Çölü’nü yaşam alanı olarak belirliyorlar. Çoğu savaşlar yüzünden göç etmek zorunda kalmış. Mesela az önce bahsettiğim Tinariwen aslen Cezayirli ancak Mali çıkışlılar. Bir diğer isim, bu müziğin ABD’de çok tanımış ismi Bombino lakaplı Goumar Almuctar Nijerli ama 1990’daki Tuareg isyanı sırasında aile Cezayir’e sığınıyor ve sanatçı burada ve Libya’da kamplarda büyüyor.
Tamikre
Bugünlerde plağa basılan albümler, derlemelerle ilgili haberlerin artması umut verici. Akmaz kokmaz, ele gelmez dijital müzik dünyasında koltuğunuzun altına koyup eve götüreceğiniz yeni ve orijinal içerikli albümlerin çoğalmasından güzel ne olabilir? Geçen hafta “Uzelli Psychedelic Anadolu” plağından bahsetmiştim, bu hafta yolum gene bir plak vesilesiyle Prag üzerinden İstanbul’a düştü.
Prof SNY Records diye bir firma duydunuz mu? Muhtemelen duymadınız. Çek Cumhuriyeti’nin başkenti Prag’da kurulmuş bu bağımsız label geçenlerde “İstanbul Street Trash Vol-1” adlı bir albüm yayınladı. Plak olarak basılan bu albüm, İstanbul’un punk, garage rock, doom metal, surf rock, gothic rock, darkwave, experimental metal gibi türlerde müzik yapan 14 grubunu bir araya getiriyor. Adından da anlaşılacağı gibi devamı da gelecek gibi.
Bir Çek firması neden böyle bir şey yapsın sorusunu sorup araştırınca işin ucu elbette bir Türk’e dayandı. Punk ekibi Tampon’un gitaristi Özge Duchoslav 2015’te evlenip Prag’a yerleştikten sonra burada bir label kuruyor ve albümler basmaya karar veriyor.
14 gruptan parçalar
“Prensip olarak sadece plak yayınlama, dijital kısmını gruplara destek olmak amacı ile onlara bırakma
Arabaya atladım, bastım gaza yollara düştüm. Tünelden geçip 15 dakika sonra şak diye Yenikapı’ya geldim feribota bindim. Günümüzde ağız tadıyla yol hikâyesi bile yaşayamıyor insan sevgili okurlar, işte bu kadar sıkıcı bir dünyada yaşıyoruz artık. Camı açıp yüzümüzü güneşe verip saçları savura savura güneye gitmeler çoktan bitti. Solda güneş yükselirdi halbuki güneye giderken ne güzel (copyright Bulutsuzluk Özlemi). Yol kenarında derme çatma bir kulübenin önünde durup tavukların arasında demli bir yol çayı içer, uyuşmuş eklemlerimizi açar, kuş seslerini dinlerdik.
Şimdi otobanda durmak yasak. Çıkış yok. İlla herkes bilmem ne oğulları tesislerinde durmak zorunda. Orada da zaten Starbucks’tan chai tea latte alıyoruz “Benimki 55 derece olsun yalnız”lar eşliğinde. Soruyorum size, ne oldu bize?
***
Feribotta yerimi aradım; çocuklu bir aileyi, uyuyan bir amcayı rahatsız ettim. Sabah sabah biletin üzerindeki 235 rakamını 285 şeklinde görmüşüm. Görevliye sordum, yerimi gösterdi. Oturup etrafı kesmeye başladım. Halkımız Cakes & Bakes’ten havuçlu kek alıp Caffe Nero’dan double espresso içiyor. Ben yanımdakiyle gazete değiş tokuş ederken yavaşlıktan acı çektiren internete bağlanmaya çalışıyorum.
Yıllar önce bir haber için görüş almak üzere Metin Uzelli’yi Unkapanı’nda ziyaret etmiştim. Görüşmemiz sırasında bir ara orijinal master teyplerin olduğu bir odaya götürmüştü beni ve dolapların kapağını açmasıyla bilinmeyen bir dünyanın da kapıları aralanmıştı. Belki de hiç bilip duymadığımız yüzlerce ismin bazıları bu raflarda gün yüzüne çıkmayı bekliyordu. “Bir gün bunları değerlendireceğiz” dediğini hatırlıyorum.
Bilinmeyen bir kıta
“Uzelli Psychedelic Anadolu” albümünün çıkış haberi bu anımı canlandırdı. Şimdi sanırım o dolaplar eşelenmiş, kayıtlar gün yüzüne çıkarılmış ve ilginç, incelemeye dinlemeye değer bir derlemeye imza atılmış.
Tanınmış isimler bir yana, Anadolu’dan gelen müzisyenlerle o kadar çok kayıt yapılmış ki zamanında bugün hâlâ “Psychedelic Turkish” dediğimizde bilinmeyen bir kıtadan söz ediyoruz aslında.
Bugüne kadar ağırlıklı olarak tanınmış, daha az sayıda sonradan tanınan isimlerin albümleri ve kayıtları üzerinden kendini gösteren bu tarzda aslında zamanında ilgi görmemiş daha çok sayıda kayıt mevcut.
Özellikle 70’ler nasıl bir dönemmiş, o dönemin insanları ne güzel insanlarmış ki türlü siyasi ve ekonomik kriz devam ederken “Yav şimdi müzik mi yapılır, sırası mı