Merak etmeyin; döneri Suriyelilere, cacığı, zeytinyağlıları, beyaz peyniri ve yoğurdu Yunanlılara (baklavayı kim kapmıştı hatırlamıyorum) kaptırdığımız gibi İstiklal Marşımızı da Almanlara falan kaptırmış değiliz...
Olay gayet basit. Bir Alman İstiklal Marşı’na bir düzenleme yapıyor. Bu düzenleme de oradaki Türk okulları tarafından alınıp kullanılıyor, veya “alın bunu kullanın” diyorlar. Bu kullanımdan aranjöre bir telif doğuyor. Alman telif kurumu GEMA’nın istediği bu teliftir. Ben bu yazıyı yazarken Almanya’dan beklenen açıklama gelmiş değil. Ama özetle bu.
Türkiye’de bir sanatçının ölümü üzerinden 70 yıl geçtikten sonra eserleri anonim kabul ediliyor. Bu rakam mesela Japonya’da 25 yıl. Değişiyor her memleketin kanunlarına göre.
Yani bizim sanatçımızın çoluğu çocuğu torunu, eserlerinin haklarından doğan telifi o sanatçının ölümünden sonra 70 yıl boyunca alabiliyor. 70 yıldan sonra “dede”den kalan sadece manevi değerler ve onurlu bir geçmiş oluyor. Çünkü anonim eserler artık insanlığın kullanımına sunulmuş oluyor.
Mesela bugün Fazıl Say Bach yorumu yaptığında Bach’a ödeme yapmaz. Ama yaptığı yorumun / düzenlemenin sahibidir. O yorum bir yerde kullanılırsa telifi Say alır.
Ş
Kriter şu: 2000’lerde yayımlanmış olmak. Onun dışında atış serbest. Hoşunuza giden, sizde yer eden albümleri listeleyin, derleyip toplayın, bakalım ne çıkacak ortaya?
2000’lere veda ederken insan geriye dönüp şöyle bir bakıyor neler olmuştu diye. Benim bu soruyu yanıtlamam için önce başka bir şeyi hatırlamam lazım.Yayımlanan albümleri, meşhur olan şarkıları, konserleri ve festivalleri. Çünkü ben yaşadıklarımı belleğime fon müzikleriyle kazıyan biriyim.
Mesela “2002 baharında ne yapıyordun?” derseniz hatırlamam. Ama bana “O yıl Röyksopp’un ‘Melody A.M.’ albümü çıkmıştı hani” derseniz başka. Ayrıntıları dün gibi hatırlarım. Kafamda müzik canlanınca olaylar da netleşir. Oturup size Radikal’de çalıştığım günleri, o zamanın ruhunu, dönemin gece hayatını, ekonomik krizin etkilerini ve bir yandan da her şeye rağmen ne kadar eğlendiğimizi anlatırım.
Öte yandan “Melody A.M.”deki “Remind Me” şarkısının ne kadar muhteşem olduğunu, bu şarkıyı ilk dinlediğimde hissettiklerimi ve şarkının kişisel geçmişimdeki yerini hatırlarım (ama muhtemelen anlatmam).
Bu konuda yalnız olmadığıma eminim. Kendi kişisel tarihlerini beyinlerindeki hard disk’e bu şekilde kaydeden benim gibiler için 10 yıl
Sanatçılar hayatlarının her anında tahmin ettiğinizden çok daha fazla tacize maruz kalırlar. Sözlü, yazılı, fiziksel, maddi, manevi, dolaylı ya da doğrudan tacizlerdir bunlar. Ve inanın gerçek hayatta hiçbirimiz bu kadar hedefte değiliz
Hayko konseri. Bir seyirci ön tarafa gelen ve önüne geçen diğer seyircileri itip kakmaya başlıyor. Sonra gruba ve müzisyenlere sataşıyor. Sahneye laf atıyor. Kısaca ortamın elektriğini, havasını mahvediyor.
Bu durumda yapılacak şey güvenliklerin gelip işini yapmasıdır. Bu zat olay çıkarmadan dışarı alınır. Sanatçı o ortamdaki en önemli kişi çünkü. O kadar insan para verip zaman harcayıp gelmiş, sanatçıyı rahatsız eden her şey, o gece orada olan herkes için sorun demektir. Konserde güvenlik kötü herhalde ki olay büyüyor, Hayko adama bir tane patlatıyor.
Sanatçılar tahmin ettiğinizden daha fazla tacize maruz kalırlar. Sözlü, yazılı, fiziksel, maddi, manevi, dolaylı ya da doğrudan tacizler bunlar. Ve inanın gerçek hayatta hiçbirimiz bu kadar göz önünde değiliz.
Diyeceksiniz ki “Şöhret olan bedelini öder” veya “Ortalıkta olmak hoşlarına gidiyor.” Herkesin değil. Bundan hoşlananlar, gündeme gelmek için başka şansı olmayanlar var. Onları hemen
Biz seyircilerin aslında hiçbir dünya çapında, stat canavarı, arena kralı, sahneye arabayla giren, kukla oynatan, kaçak kat çıkan, alev atan, su sıkan, köpük fışkırtan grubu görmeye ihtiyacımız falan yok. Neden mi?
Hepimiz statlar dolsun, on binler yüz binler halinde festivallere-konserlere akalım, gönüller coşsun, barış-kardeşlik tavan yapsın istiyoruz ya yıllardır.
İşte o yüzden seyircisinden yazarına müziksever tayfası olarak organizatörlere sürekli talepler iletiyoruz (“İsterük”çülere ben de dahilim, kimseye torpil yok).
“Onu getir, yetmez onu da getir”, “Bu adamı mı getirdiniz, başka isim mi kalmadı?”, “Birader o grubun konseri o saate konur mu?”, “Bu DJ’le bu grup aynı festivalde olur mu?”, “Bu adam neden o gruptan önce çıkıyor?” Seyircinin derdi say say bitmez. Bir de metalci kardeşlerim var. Onlara göre “her festival bir gün metali tadacaktır”. İyi güzel de üç tane enteresan isim çağıralım, dans edelim diye yola çıkana “Ama neden Children Of Bodom getirilmiyor?” denmez ki sevgili metalci. Metal dinleyicisini sevip sayarım, bilirler. Ama zorlar...
Ben bile; Pozitifçilere her gördüğüm yerde “Bir tane de klasik rock’çı getirin şu memlekete ey Elif Cemal, ey Uluğ
* Müslüm “Baba”nın albümü fazla şatafatlı, gösterişli. Hem giyim kuşam hem müzik açısından. Neredeyse her kelimenin arkasından yaylılar, piyanolar, gitarlar, bas gitarlar, geri vokaller fışkırıyor. Gösterişli ama zevksiz döşenmiş bir ev gibi olmuş Müslüm Gürses’in albümü. Ve gösterişli düzenleme bence arabeskin doğasına aykırı. Bir elektro saz yeter icabında.
* Ahmet “Baba”nın DVD’si son turnesinden görüntüler ve performanslar içeriyor. Daha sade, bir saz bir tişört. İnsana her açıdan daha samimi geliyor.
* Müslüm Baba’nın son yıllarda tabi tutulduğu, Murathan Mungan ile başlayan “müzikal açıdan soylulaştırma / saygınlaştırma” operasyonu burada dorukta. Ama Müslüm Gürses Johnny Cash ya da Pavarotti değil. Ne onlar gibi olmasına gerek var, ne de buna ihtiyacı. Müslüm Gürses’i bir kere de Müslüm Gürses gibi dinleyip izlesek dişimi kıracağım. Albüm kapağına bakın ne demek istediğimi anlarsınız.
* Ahmet Baba 10 yıl öncesinden sesleniyor, her şey daha ilkel ama önemli olan beste. Kimse piyanoya, yaylıya bakmıyor ki. Şarkıya bakıyor, söze bakıyor. Şarkı iyiyse, laf iyiyse fazla numaraya gerek yok.
* Müslüm Baba’nın albümündeki en iyi “arabesk” şarkı “Belalım”. Ve bu bir arabesk
Bir süredir tartışılıyordu. Michael Jackson’ın ölümünden sonra yayımlanacak “Michael” albümünün ilk single’ı olarak piyasaya verilen “Breaking News” isimli şarkı Michael Jackson’ın olmayabilir mi acaba?
Bu sorunun nedeni gerçekten de Michael Jackson’ın sesinin bu şarkıda çok fazla duyulmamasından ziyade şarkıda Jackson’ın (hani “South Park”ta da çok dalga geçilen) kendine has efektlerinin hepsinin kullanılmasıydı. Bu durum biraz şüpheliydi.
“Uuuhuuu”lar, “ahhaa”lar, “iihhiii”ler benim gibi Michael Jackson hayranları için çok bildik şeyler. “Don’t Stop Till You Get Enough”ta da vardır bunlar, “Billie Jean”de de... Ve bunları taklit etmek zordur. Ama ses numaraları bal gibi sample olabilir, daha önceki şarkı ve kayıtlardan yeni bir şarkıya eklenebilir.
Ayrıca pek çok hayran (ve sanatçının iki kardeşi) şarkıyı sıradan bulmuş, “Michael bunu yapmış olamaz” demeye başlamıştı.
Ama Michael bunu gerçekten yapmış. “Müziğin CSI’ları” diyebileceğimiz adli tıp uzmanları bu sesin Michael Jackson’ın olduğunu kanıtladılar.
İnsanların sesleri de parmak izleri gibi kendine has ve tel frekanslara sahip. Bu şekilde kesin olarak bu şarkıdaki sesin Michael Jackson’a ait olduğu kanıtlandı.
Sosyal ağlar için “çoluk çocuk işi, saçmalık, teşhircilik” deniyordu, şimdi siyasetçiler Twitter’da mesaj verir oldu. Ne âlâ. Bir de “online” oy verme konusunu halletseler de “tıkla seç” dönemi başlasa
Birkaç ay önce yıllardır görmediğim bir çocukluk arkadaşımla “N’aber nasılsın?” tadında ayak üstü lafladık. O zamanın gündemine göre “Sen nasıl Fazıl Say’ın karşısında olursun?” diye beni payladıktan sonra konu “yavşak” muhabbetinin çıktığı yer olan Facebook’a geldi. “Facebook’ta var mısın?” diye sordum. “Facebook, Twitter, bunlar saçmalık, çoluk çocuk işi, sen de mi oralara takılıyorsun?” diye
beni resmen kınadı.
CHP’den Gürsel Tekin’in ardından Kemal Kılıçdaroğlu’nun da Twitter’ı kullanmaya başladığını ve sürekli tweet’lediğini görünce aklıma hemen bu arkadaşım geldi. Kendisi şu anda, Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinde aktif bir görevde. Partinin yeni yüzleri arasında olmaya gayret ettiğini de görüyorum. Başkanına acaba bu fikirlerini söyledi mi?
Ya da acaba CHP’nin genç kuşak siyasetçileri sosyal ağlara böyle mi bakıyor hâlâ? Merak ediyorum.
Bir hafta Amsterdam’a gittim döndüm, herkes Twitter’da. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de gelmiş. Hoşgelmiş. Gelir gelmez
Bu şehir çok acayip, hatta birtakım noktalarda bize ters. Benim gibi ilk kez gidiyorsanız şu önerileri kesip koyun defterin arasına, lazım olur
Amsterdam ile ilgili ilk kural: Buraya kışın gelmeyin. İkinci kural: Buraya sonbaharda da gelmeyin. Bu iki kuralın ardından üçüncü kural: Amsterdam’a olabilecek en sıcak zamanda gelin. Çünkü burada her yer yürüme mesafesinde, her taraf park, kanal, kafe, bar, restoran. Unutmayın, burada hayatın tadı sokakta çıkıyor.
- Kime Amsterdam’a gideceğimi söylesem, yüzüne bir gülümseme oturuyor. Kafa hafifçe sağa kayıyor ve “İyi tatiller he he he” tarzında bir cümle geliyor ardından. Check-in’deki görevliden Amsterdam’daki pasaport müdürüne kadar herkes “He he he” modunda. Size de aynısı olacak. Şu anda dudaklarınızın iki yana doğru kıvrıldığını ve gülümsediğinizi görebiliyorum.
-İşte tam da bu yüzden Amsterdam hakkında bir seyahat yazısı yazmak çok ama çok zor. Burada bir “yasal marijuana” gerçeği var. Ve bunu ticareti ya da endüstrisi var. Her yanda buna dair imgeler objeler, kitaplar, resimler, dergiler var. Burada tedarik ve üretim suç. Ruhsatlı yerlerde tüketim için satış yasal. Amsterdam’da bu iş için coffeeshop’lar (ruhsatlı