Müzik gazeteciliği nereye gidiyor sorusunu soranlara, müzik nereye gidiyor sorusuyla karşılık veriyorumGeçen hafta NME’ye bakı-yordum. Günümüzde bu, Twitter’da NME’nin hesabına girip parmağımla timeline’da aşağı doğru iniyordum demek. Şu haberi gördüm: “Kendrick Lamar - Nike işbirliğinden ilk kareler internete düştü.”
Elbette burada müzikten bahsedilmiyor. Ayakkabıdan bahsediliyor. Rapçi Kendrick Lamar Nike’la anlaşmış, adına bir ayakkabı yapılmış. Görselde beyaz, apartman gibi gayet tipsiz bir spor ayakkabı görülmekte. Haber şöyle devam ediyor: “Kendrick Lamar’ın Nike’la yeni iş birliği olan, pek yakında piyasaya çıkacak Nike React Element 55’in ilk kareleri internete düştü. Lamar sosyal medya hesabına ayakkabının resimlerini koyup ardından hemen kaldırarak ayakkabı hakkında hayranlarına bir ön bilgi vermiş oldu.”
Bir insan 2020’ye bir ay kala müziğin geldiği durumu anlamak istese tonlarca sayfa rapor, bir sürü video ve sunum izlemek yerine işte şu haberi okuyarak duruma hakim olabilir.
Önce sinemalarda, ardından Netflix’te izlenebilecek “The Irishman” filmi dolayısıyla Robert De Niro, Al Pacino ve Martin Scorsese ile görüştüm. Londra’da yağmurlu bir günde Corinthia otelinde gerçekleşen röportajları Milliyet Sanat’ta ve gazetede yakında bulacaksınız. Hayli heyecan verici bu görüşmelere dair kişisel izlenimlerimi önden paylaşmak istedim.
Al Pacino mutlu birine benziyor. Anılarını anlatmaya, öğretmeye istekli hoş tatlı bir yaşlı adam. 80 yaşında ama yaşlanınca neşesini kaybedenlerden değil. Bol, kat kat, koyu renkli giyinmiş. İnanılmaz bir ses tonu var. Büyüleyici bir biçimde sizi ele geçiriyor.
Çok kibar, flörtçü ve karşısındakini nasıl fethedeceğini biliyor Pacino. Tek tek, yavaş yavaş, kelimeleri seçerek konuşuyor. Sakin bir sesle yavaş bir ritimle konuşsa dahi pürdikkat kendini dinletiyor. Onunla konuşurken yüzünde ve sesinde daha önce canlandırdığı bazı karakterlerin gölgelerini, izlerini görmemek mümkün değil. Bu heyecan verici. Konuşurken zaman zaman alıp başını gidiyor. Konudan
Haftanın şarkıları, yeni single’lar ve gelecek albümlerden haberler
Daft Punk hariç neredeyse bütün Daft Punk ekibi şu anda Dua Lipa ile çalışıyor. Ekibin 2013 tarihli “Random Access Memories” albümünde yer alan Pharrell Williams ve Nile Rodgers Dua Lipa’ya muhtemelen yine bir dizi büyük hit hazırlıyorlar. 2020’de bu albümden çıkan şarkıların ve bunlara yapılan remikslerin etkisinde olacağız kesinlikle.
Yılın en büyük pop albümlerinden biri olacak olan “#DL2”den yayınlanan ilk single “Don’t Start Now” cuma günü internete verildi. Dua Lipa güncellenmiş bir disco kraliçesi görünümünde. Şarkı revize edilip mükemmelleştirilmiş bir ‘70’ler disco sound’unu andırıyor. Kılık kıyafet de gayet değişmiş. Sanırım imaj olarak Donna Summer gibi disco efsanelerine selam çakılıyor. Arka planda hayli karakteristik rol oynayan funky bas riff’lerini de hesaba kattığımızda disco meselesi tamam. Zaten hoca olarak bu konuda Nile Rodgers’dan daha iyi çok az
Ne kadar çoklar değil mi? Londra’da pek çok mekân dekorasyon olarak evinizdeymiş gibi hissi vermek üzere dekore edilmiş. Restoranlar, barlar, kulüpler, ofisler... E İstanbul’umuz da bir dünya şehri olarak bu tür mekânlara yıllardır ev sahipliği yapıyor. Konsepte yabancı değiliz.
Geçenlerde bir dostum iş için Cambridge’e gitti ve kaldığı oteli anlatınca artık otellerin de “ev gibi” olmaya başladıklarını fark ettik. Alt katı bir pizzacı. Pizzacıdan girince lobi arıyorsunuz ama yok. (İnsan pizzacıda neden lobi arasın değil mi?) Üniformamsı bir kıyafet giydiğini (bordo renkli tişört) hayal meyal fark ettiğiniz biri elindeki akıllı telefonla gelip adınızı soyadınızı alıyor. Online check in işleminizi yapıyor. İşte hepsi bu. Şimdi şu arkadaki asansörden üst kata çıkıp odanıza yerleşebilirsiniz. İşte ev gibi hissi veren bir pizza restoranının içinden geçilerek çıkılan ev hissi veren bir otel. Otel hissi veren otellere ne oldu?
Ev hissi veren bir kafelerin yaygınlaşması sanırım 2000’lerin başına uzanıyor. Bunu zaten biliyoruz. Restoranların,
173 yıl önce demiryolu bakım ünitesi olarak inşa edildi. Bugün şehrin en ünlü konser salonlarından biri. Son 60 yılda Pink Floyd’dan, David Bowie’ye, The Doors’dan, The Rolling Stones’a, Led Zeppelin’e burada konser vermemiş grup yok gibiLondra’nın kuzeyindeki en ilginç konser salonlarından biri Roundhouse. 1700 kişi kapasiteli bir kültür merkezi teknik olarak, ama fazlası var. Bina kendine has karaktere sahip değerli bir konser salonu. AKM’nin yıkılmasının, Asmalımescit’teki Babylon’un kapanmasının, Emek’in AVM yapılmasının ve benzeri pek çok eski ve karakterli salonu çeşitli nedenlerden kaybetmemizin ardından bu tip mekanlara girmek bana önce büyük bir keyif ardından da elimde olmadan üzüntü veriyor. İnce bir sızı diyelim; keyif kaçırmayan ama orada öylece duran bir sinsi sızı. Kalbimiz kırık çünkü.
1847’de inşa edilmiş Roundhouse aslında İngiliz demiyolları işletmesinin bu bölgedeki lokomotif tamir ve bakım ünitesinin bir parçası. Chalk Farm olarak bilinen bu bölge bugün de
Şu günlerde Londra’da bu soru “Mars’ta ne yiyeceğiz?” sorusundan daha fazla tartışılıyor. Design Museum’da açılan “Moving to Mars (Mars’a Taşınmak) adlı sergi dolayısıyla gündeme gelen konulardan biri bu. Ama aslında giyim kuşamın yeme içmeye galip gelmesi yeni bir konu değil. Eğer sizin için “life style” önemliyse, sağlık, beslenme ve tüm diğer konular hep ikinci planda kalıyor. Kuru ekmek ve suya talim edip “o ayakkabı”yı giymek modern çağlardan günümüzün postmodern ultra teknolojik dijital/bilişim toplumuna pek de değişmiş bir davranış türü değil. Yarın Mars’ta da anlaşılan aynısı olacak gibi duruyor. E insan aynı insan, neden Mars’ta farklı olsun ki?
“Mars’a Taşınmak” sergisinin ana cümlesi “Mars’a gitmeden sizi Mars’a götürüyoruz” olarak belirlenmiş. Bence de Mars’a gitmenin en güzel yolu bu. Mars fantezileri yapanlara en iyi teknolojiyle 8 ayda varılacak, soluyacak bir atmosferi olmayan, artı 80, eksi 140 derece arası sıcaklıklara sahip bir kızıl
İran’ın yerel müzik stream uygulaması, albüm kapaklarındaki kadınları photoshop’la yok etmiş. Kadınların sesleri var, kendileri yokTeknoloji harika bir şey ama işte nasıl kullandığınıza bağlı. Teknoloji sayesinde dünyanın neresinde olursanız olun müzik stream edebiliyorsunuz ama teknoloji aynı zamanda albüm kapaklarında kadınları ortadan kaldırmaya da yarıyor. Photoshop’u bulanlar pişman mıdır acaba? Veya Photoshop’a yeni bir sürümde kadınları albüm kapaklarından silmeme eklentisi konabilir mi?
Haberi okuduğumda inanmadım ve internette gezen pek çok sahte haberden biri sandım. Hatta bu kadar da olmaz artık bu sahte haberlerin yarattığı kirlilik gerçeklerin önüne geçiyor falan diye de bugün her üç kişiden birinin ezbere tekrarladığı cümleleri saydırdım durdum sayfa açılana kadar. Ama siteye girdim, inceledim ve yıkıldım. Haber doğru.
Fitzcarraldo Editions’ın kitaplarını yurt dışındaki kitapçılarda zaman harcamaya meraklı olanlar belki fark etmiştir. Kurgu eserler için lacivert, diğerleri için beyaz kapaklı sade tasarıma sahip eserler var kataloglarında. Toplamda 30 yazara sahip bu butik yayıncının kitapları pek çok cafcaflı kitap arasında hemen fark ediliyor. Olga Tokarczuk’un “Flights”ını ilk böyle fark etmiştim. Varşova’da yaşarken çağdaş Polonyalı yazarlara merak sarmıştım. O dönem Man Booker ödülü kazanan Tokarczuk, okunması gereken yazarlar listemin başındaydı. Ama İngilizce versiyonunu bulamıyordum ve Kindle’la aram pek iyi değildi. Varşova’da İngilizce kitap bulmak hayli zor olduğundan bir hafta sonu seyahati sırasında Berlin’deki Dussmann’da görünce hemen atlamıştım üzerine. Fitzcarraldo yayınevini bu ilk fark edişimdi. Lacivert kapaklı kitaplar daha sonra belki de algıda seçicilik- hep ilgimi çekti.Fitzcarraldo Editions’ın kitaplarını yurt dışındaki kitapçılarda zaman harcamaya meraklı olanlar belki fark etmiştir. Kurgu eserler için