İkinci uzunçaları MUAF’ı yayınlayan Aga B: “Müziği çok seviyorum ama kendimi işin daha fazla söz tarafında görüyorum. Sözü en iyi şekilde telaffuz etmeye ve aktarmaya çalışıyorum”
Aga B ile Skype üzerinden görüşüyoruz. Stüdyoda provadalar. “Üç ayda bitirmeyi planladım ama bir sürü aksilikten sonra bir buçuk yıla yayıldı” diye anlatmaya başlıyor yeni albümü MUAF’ı. Sony Music’in yan şirketi Basemode’dan yayınlanan MUAF’ta yer alan şarkılar bir önceki 2016 tarihli “Al, Bum”a göre üslup ve beat’ler açısından çok daha oturmuş, ne yaptığını bilen bir yerde. “Farklı zamanlarda farklı yerlerde kaydedilen şarkılardan oluşuyor. Aslında bir albüm bütünlüğü içinde kaydedilmiş bir prodüksiyon değil” dese de Aga B’yi (Burak Yelman) dinleyen herkes için onun insanı ağır aksak beat’lerle ele geçiren, derdini mırıldanır gibi ama güçlü sözlerle ifade eden tarzını tanır. Albümdeki estetik bu çerçevede ve dinleyen için bütünlük tam.
“Kafi” ve Ezhel ile birlikte kaydettikleri “3500” albümün lo-fi, caz, breakbeat esintili beat’leriyle dikkat çeken iki şarkısı. “Bir gün albüme neyi alalım falan diye konuşurken çıktı ‘3500’. Benim hazır bir verse’üm vardı. Haydi o zaman deneyelim şöyle bir de nakarat
Önce nefretle doluyorum. “Eğer tek bir çocuğa bile yan gözle bile baktıysa yattığı yerde huzur bulmasın” diyorum.
Sonra, “Michael Jackson dediğimiz zaten babası tarafından maddi manevi kullanılmış, öldükten sonra bile kullanılmaya devam edilmiş bir kurban” diyorum. “Kendisi mağdur zaten” diye düşünüyorum.
Ardından, “Ne mağduru canım, böyle mağdur mu olur, mağdursa da mağdurluğunu bilsin o zaman herkes mağdurum der, kimsenin hiçbir şey için hesap vermesine gerek kalmaz” diyorum. Derhal öfkeleniyorum.
Sakinleşince, “Ama bu adam bu davalardan hep beraat etti” diyorum. “Ortada yasal bir karar falan yok ki” diyorum. Sonra “Biz ne beraatler gördük aslında yoktular” diyorum. Ardından, “Yahu mahkemeye inanmayacaksak, hayatımıza nasıl devam edeceğiz?” diye iyice sinirleniyorum.
Biraz sonra, “Acaba paranın ve şöhretin açamayacağı kapı kaldı mı bu dünyada?” diye söyleniyorum. “Her şeyin bir fiyatı var mı, bu doğru mu?” şeklinde retorik sorularla kendimi dürte dürte yeni bir öfke nöbeti tarafından ele geçiriliyorum.
Ardından, “Pardon ama bugünün yeni dalga belgeselciliğini hiç mi tartışmaya açmayacağız?” diye konuyu (ve siniri) başka yere çeviriyorum. İçinde kan, para, skandal, işkence, taciz,
Türkçe rap’in klasikleşmiş isimlerinden Fuat yeni albümü “Omurga”yı anlattı. İki bölümden oluşan 24 şarkılık albümün 12 şarkılık ilk volümü dijital plattformlarda yayınlandı.
Fuat, 2011’den bu yana üzerinde çalıştığı yeni albümünü anlatıyor. Son albümü 2009 tarihli “Kalbüm”ün üzerinden 10 yıl geçmiş. 2011’den itibaren yeni albüm çalışmaları başlamış. Ancak albüm bir türlü yayınlanacak olgunluğa gelememiş. Bunda bireysel tersliklerin (Amsterdam’daki stüdyoda yaptığı şarkıların kanal kayıtlarını alamaması bunların bir bölümünün çöpe gitmesi) ve “toplumsal” tersliklerin rolü var. 2013’ten bu yana yaşanan şiddet olayları bombalar, terör, Suriye’deki durumun ülkeye olumsuz etkileri, şu bu derken albümün tamamlanması 2018 Kasım’ı bulmuş. Yayınlamak için baharı beklemişler. İşte 2019 Mart’ında albüm sonunda yayınlandı. Önce dijital platformlarda yayınlanan “Omurga” iki volümlük bir albüm. Toplam 24 şarkıdan oluşuyor. İlk 12 şarkının olduğu ilk albüm yayında. Diğeri de yıl içinde bir süre sonra yayınlanacak. Albüm plak olarak basılacak.
Berlin SAE ve İstanbul Babajım Stüdyoları’nda kaydedilen bu albümde Fuat yerli yabancı pek çok genç isimle çalışıyor. Almanya’dan Gris, Taktloss;
Uçak Londra’ya doğru alçalmaya başladığında ön sıralarda her zamanki gibi bir Ankara Anlaşması kaynaşması yaşanıyordu. Şu son dönemde sık gidip gelenler sanırım fark etmişlerdir. Ben de bu yeni nesil sosyal fenomeni İngiltere’de yaşamaya başladıktan sonra fark ettim. Uçakta mutlaka Ankara Anlaşması konusu açılıyor. Bu İngiltere’de yaşayan Türkler arasında müthiş bir “small talk” mevzuu.
“Sizin avukatın adı neydi?” “Biz kazık yedik de güvendiğiniz birisi var mı?”
“Hangi formu doldurdunuz?” “Bize şöyle dediler, size ne dediler” “Siz şeyin şeyini nasıl faturalandırıyorsunuz?” Herkes uzman olmuş, birbirine akıl veriyor.
Türk avukatların İngiltere’ye gelen Türkleri kazıklaması meşhur bir konuymuş. İngiltere’ye gidiyoruz dediğimizde de bize söylenen ilk şey şuydu: Türklerden uzak durun. Türklerle iş yapmayın. Kazık yersiniz. “Hadi canım yok artık” dedik. Moralimiz bozuldu. Ankara Anlaşması’yla ilgimiz olmadığından, avukat kazığı yemedik ama terziden bir kazık yedim. Mahalledeki terzi Türk’müş. Bir perdeyi yeni ölçüye göre küçültmeye normal tarifenin iki katı ücret almış bizden. O kadar da muhabbet etmiştik halbuki.
Uçakta gündem yoğun. Konuşmaların ortasında kalsam da dâhil olamıyorum pek.
Avustralyalı saykodelik rock ekibi Pond, sekizinci stüdyo albümleri “Tasmania”yı yayınladı. Soft rock ve küresel ısınma başrolde.
Perth sound’u diye bir şeyden söz edildiğini duymamış olabilirsiniz. Avustralya’nın bu her yere uzak kendi halindeki şehrinden güzel saykodelik rock müzik çıktı son yıllarda. Başı Tame Impala çekti. Bu ekibin çalıştığı stüdyoda takılan müzisyenler ve arkadaş gruplarından başka gruplar müzikler, projeler belirdi. Pond onlardan biri. Tame Impala ile ortak elemanları var, hatta grubun solisti Nick Allbrook, Tame Impala turnelerinde sahnede yer almış birisi. Buradaki müzisyen havuzundan farklı kombinasyonlarla Mink Mussel Creek, Space Lime Peacock, The Dee Dee Dums, Gum gibi ekipler türediğini de buraya not düşeyim ilgilenenlere.
Avustralya’dan gelen bu tip saykodelia ekiplerinin erken dönem, yani 2000’lerin ilk yıllarındaki işlerine kulak verirseniz daha ham garaj rock sound’ları duyarsınız. Mesela Tame Impala’nın 2010 tarihli ilk albümü bu dönemin izlerini taşır. “Lucidity”, “Solitude is Bliss” bu tip şarkılar. Pond’un aynı yıl yayınladığı “Cloud City” bu tip ‘70’lerin rock sound’unu yeniden canlandıran işlerdir. Bana göre çok değerli ve yaratıcı olan bu
Üye olduğumuz bir Facebook grubunda geçen gün biri şöyle yazmış: “Avustralya’dan İngiltere’ye taşınıyoruz. Kocamın işi Londra’da olduğundan ya bu şehirde ya da yakınlarında eşim ve çocuğumla birlikte ailelere uygun bir mahallede, muhafazakâr değerlerin önemli olduğu bir çevrede muhafazakâr bir şekilde yaşamak istiyoruz. Bizim için nereleri önerirsiniz?”
Tahmin ettiğiniz gibi bu bir expat forumu. Bu tip forumlar ve gruplar iş için yurt dışına taşınması gereken kişilere kolaylık sağlamak ve yardımlaşmak için kuruluyor.
Hafta sonları ucuz uçak bileti kovalayıp farklı şehirleri görmeye meraklı biri için cidden ister Vietnam’a gidilsin ister Mozambik’e her tür bilgi var. Buralara gidip görüp, oralar hakkında fikir edinip insanlara “Burası şöyle, orası böyle” gibi yorumlar yaptık hepimiz. Bir kez iki günlüğüne gördük diye birçok yeri tanıdığımızı sandık. Ben yurt dışında yaşamaya başlayınca anladım ki alakası yok. Daha önce 50 kez ziyaret etmiş dahi olsanız bir yere yerleştiğinizde “Ben buraya dair bazı şeyleri biraz olsun anlamaya başladım galiba” demeniz için dahi iyimser bir tahminle en az altı ay geçmesi gerekiyor. Üç beş günlük seyahatlerin doğasıyla o kadar farklı ki.
Uzatmayayım,
8-9 Mart tarihlerinde üçüncüsü yapılacak Sonar İstanbul’a uğramakiçin bazı nedenler…
Sonar İstanbul’un bu yılki kadrosunda Modeselektor Live performansıyla başı çekiyor. Alman techno ikilisi şubatta “Who Else” adlı dördüncü stüdyo albümünü yayınladı. Altı yıldan bu yana ilk kez canlı performanslar yapmaya da yine bu yıl başladılar. Görseller Berlin bazlı görsel tararım ekibi Pfadfinderei imzalı. Sonar, hatırlatmamız gerekirse, elektronik müzik ve teknolojiye odaklandığı kadar görselliğe de odaklı bir etkinlik. O bakımdan Modeselektor’ın canlı performansını destekleyen ve estetik sanatsal dillerini tamamlayan bu şova da değinmeden geçemiyorum. Avustralya doğumlu, çalışmalarını İzlanda’da sürdüren Ben Frost bir diğer önemli isim. Frost’un müzik çerçevesi deneyselden öte endüstriyel, apokaliptik gibi tanımları da hak ediyor. Frost’u bir neo-klasik besteci ve performans sanatçısı olarak da konumlandırmak mümkün. Diziseverler, onun Nordic gerilim serisi “Fortitude” için yaptığı müzikleri belki de hatırlayacaklar. Bu dizi Frost’a o kadar uyuyor ki anlatamam. Klasik enstrümanları ve sesleri kullanmaktan çekinmeden, kendine has “nordik” ortamlarda gezinen, tüyler ürpertici ve mutlaka tanık
Bristol’da doğup büyüyen, ancak ABD’de country ve soul söyleyerek tutunmaya çalışan Yola’nın ilk albümü “Walk Through Fire”, The Black Keys’den Dan Auerbach’in prodüktörlüğünde yayınlandı.
Albüm kapakları bize albümler hakkında fikir verir. Hiç sadece kapağına bakarak albüm seçtiğiniz ya da dinlediğiniz olmadı mı? Kapak bize bir şey anlatmaya çalışıyordur. Bir John Berger değiliz hiçbirimiz ama sıradan insanlar olarak mesajları analiz becerilerimizi de küçümsemeyelim. Bu mesajı almakla albüme bir adım yaklaşırız. Sonraki adım, albüm kapağının zihnimizde canlandırdığı ortamı müzikal olarak aramaktır.
İtiraf etmeliyim ki pek çok albüm kapağı o albümü yapan sanatçıyı güzel ve havalı göstermeye çalışmaktan öte anlam içermiyor.
Bir ara en fazla ‘80’lerin düşük bütçeli pop gruplarının albüm kapaklarına gülerdim. Daha sonra hair band’lerin kapakları neşe kaynağım oldu. Sonra indie müzik kapaklarının anlamlı olmaya çalışmaya kastıkça nasıl kendi kendilerinin karikatürü olmaya başladıklarına tanık oldum.
Son bir şans
Aslında albüm kapakları, demek istedikleri ve hikayeleri hakkında saatlerce konuşup sayfalarca yazabilirim ama bu yazının amacı size Yola’yı tanıtmak. İşe albüm kapağından