O2 Academy Islington konser salonunun önünde bir uzun kuyruk dolusu Türk, Duman konserine girmek için bekliyoruz. İçeri girenler hemen iki yandaki barlara doğru yöneliyor ve içeceklerini alarak sahnenin önüne doğru geçiyorlar.
Mekân iki katlı ve her nedense bana bir zamanlar Beyoğlu’ndaki rock barları hatırlattı. Duman’ın ilk adını duyurmaya başladığı yıllardaki şimdiden bakınca salaş, pis, eşyaları, dekorları daha mütevazı ama ruhu olan, tıklım tıklım insan dolu mekânlar.
Yaklaşık 1000 kişlik salon tıklım tıklım Türk dolu. İngiltere’yi temsilen (!) konseri izlemeye gelmiş bir iki kişi de olmasa 1999 yılının Beyoğlu’na ışınlanmış gibiyiz. Aynı ortam, aynı enerji. Ellerinde dolu bardaklarla birileri kalabalığı yara yara önlere girmeye çalışıyor. Birtakım kızlar Kaan’a bakarak çığlıklar atıyor. Her şarkıya eşlik eden birbirine sarılmış kalabalık genç grupları Müslüm Baba konserindeymiş gibi damardan katılım sağlıyor. Bara bir şeyler almaya gönderilmiş kurbanlar seslerini duyurmaya çalışıyor. Arkadaşını kaybedenler, kaybettiklerini bulanlar.
Duman ancak belli başlı büyük sanatçıların sahip olabildiği çok kemik, sadık bir kitleyle yürüdü. Öyle ki Duman konserleri neredeyse kapalı devre
Bu yıl 25 Nisan - 1 Haziran tarihleri arasına yayılan PSM Caz Festivali’nin basın toplantısı yeni caz kulübü Touché’de yapıldı. Kadroda değerli isimler var.
Touché, Zorlu PSM’in içinde, Studio’ya doğru giderken sağdaki bara gelmeden hemen gözünüze çarpacak. Klasik caz kulüplerinin tasarımından ilham alınarak dekore edilmiş. Her biri sahneye bakan, loş bir ortamda üzeri abajurlu küçük masalara oturarak müzik dinlenecek bir yer. Burası aynı zamanda bu yılki PSM Caz Festivali’nin sahnelerinden biri olacak. Uzun ömürlü olmasını dilerim.
Maymun iştahlıyız. Hemen beğenir, hemen sıkılırız. Bir yer açılır, koşarak kapısında kuyruk oluruz. Kuyruk uzarken “orası da çok bozdu”lar başlar. İki ay sonra bir bakmışsınız mekan terk edilmiş. Herkes yeni açılan mekanın kapısında kuyruk olmuş. Bizim huyumuz böyle. Ama bazı şeyler var ki sıkılmıyoruz. Bugün pop müzikten bile sıkıldık. Satmıyor, dinlenmiyor, pop çalan televizyonlar kapıya kilit vuruyor. Ama caz müziği şaşırtıcı derecede popüler. Bakın, İKSV Caz festivali var. Akbank Caz Festivali var. Garanti Caz Yeşili konserleri var. Bozcaada’da caz festivali yapılıyor. Afyonkarahisar Caz Festivali var. Bodrum Caz Festivali var. İzmir’de İzmir Avrupa
Kendini aşkı için feda eden pop star modeli ufaktan tarih oluyor. Yeni pop star, ilişkinin öncesini değil sonrasını anlatıyor; “E kavuştuk da noldu yani” tadındaki yeni albümü “thank u, next”te Ariana Grande’nin yaptığı gibi mesela.
Pop dediğin şöyle olur böyle olur gibi kesin yargılardan kaçınmamız gereken bir dönemdeyiz. Bu ve bunun gibi hazır açıklamalar ve ezbere yargılar hep sallantıda bugün. Ariana Grande’nin yeni albümünü dinlerken ilk izlenimlerimden biri bu, çünkü burada dinlediğimiz eller havaya, neşeli mutlu, coşturucu bir albüm değil. Düğününüzde çalmazsınız bu albümü. Hayli “moody”, yer yer karamsar, hayatı olduğu gibi kabul eden, realist mesajları olan bir albüm bu. Duygusallıkları var, yok değil, ama “senin için ölürüm”ler seviyesinden uzak. İlişkilerden bahsediliyor ama ergen duygularıyla değil. Yetişkinlerin dilinden ve gözünden. Acı tatlı bir olgunluk.
Albümün genel çizgisini özetliyor
Ariana Grande bugün kimilerine göre dünyanın bir numaralı pop yıldızı. Henüz 25 yaşında olduğundan olgunlaşmış, olgunluk dönemi albümü yapmış da diyemeyiz. Ama yeni bir döneme girmiş. Bu dönem, şu ara pek ortalıkta görünmeyen Rihanna’nın “Anti” albümüne benzer bir dönem. Güzel sesli
Anna Delvey’ye ait Instagram hesabında bir sürü pahalı yemek, giysi ve mekân fotoğrafı var. Hepsi bol efektli, öyle göstere göstere değil, belli belirsiz fotoğraflar. Yani çok çok pahalı bir otelin çok çok pahalı bir süitinden bir kare mesela. Buranın o mekân olduğunu ancak burayı tanıyanlar anlayabilir. Ya da bir çok mühim açılıştan bir kalabalık detayı. Sadece orada olanların ayırt edebileceği şekilde konulmuş. Bir otelin penceresinden görülen bir sokak, bir terasın ardında uzanan uçsuz bucaksız -elbette bol filtreli- bir şehir. Bir teknenin kıçından görülen sahil. Gecenin derinliklerinde çekilmiş bir parti fotoğrafı. Uçak penceresinden görülen bir yarımada. Bir tablo. Bir bahçedeki peyzaj çalışması. Şaşkın bakan bir selfi. Bir iç çamaşırı detayı. Palmiyeler, bir graffiti, muhtelif insanlarla muhtelif ortamlarda verilmiş samimi pozlar. Bu görseller, bu hesap “anlayana” hazırlanmış. Bir hedef kitlesi var.
Öte yandan, kendine hayran her Instagram sakininin hesabında görebileceğiniz bir çift stilettolu ayak detayı. Aynadan yansıyan “Büyüleyici görünüyorum” tadında bacak ya da omuz detayları.
Ustaca hazırlanmış bir sahteliğin gerçek görsel kanıtları, yine son derece gerçek bir
Panda Bear’in yeni albümü “Buoys” popun geleceği üzerine bir deneme gibi. Geleneksel bir gitar sound’una sırtını dayamış Yak’ın “Poursuit of Momentary Happiness”i ise garaj sound’u özleyenlere tedavi niteliğinde.
Noah Lennox’ın Animal Collective’den ayrı düz koştuğu projesi Panda Bear’in yeni albümü sonunda yayınlandı. Panda Bear deneysel müzik yapıyor. Sound’lar, sesler, ritimler deniyor Lennox. Ancak deneysellik çok geniş bir kavram. Hangi sularda deniyor, ya da olaylar nasıl bir ortamda geçiyor diye soracak olursanız, aslında hadise pop. Yani deneysel pop diyelim.
Panda Bear 1999’dan bu yana zaman zaman hayata dönen bir proje. Asla ölmüyor ancak buzdolabında zamanını bekliyor. Bazen de, mesela 2013’teki gibi Daft Punk’ın bir albümüne sızıyor (“Doin’ It Right”) ve beklenmedik bir başarı elde ediyor. Temel olarak 20 yıllık kariyerinde Panda Bear’in yayınladığı altıncı albümle karşı karşıyayız. Bu albüm “Person Pitch” kadar (2007) avangart değil. “Young Prayer” (2004) kadar deneysel asla olamaz. “Tomboy” (2011) gibi bir estetik bütünlüğe sahip değil. “Panda Bear meets the Grim Reaper” (2015) kadar iyi değil. İçinde “Selfish Gene” gibi bir şarkı yok mesela albümü alıp sürükleyecek.
Seksenler biteli 40 yıl oluyor. 10 yıl süren bir zaman dilimi nasıl bir sembol oldu ki ara ara geri dönüp duruyor ve popüler kültürdeki etkisi hep güncel kalabiliyor?
Deutschland 83” diye bir dizi vardı. Bu Alman yapımı dizi soğuk savaş döneminin sonlarına doğru Doğu Almanya’dan Batı’ya casusluk yapmaya gönderilen bir gencin hikayesini anlatıyor. Komünizm döneminde hayat nasıldı? O sırada Batı nasıldı, casusluk entrikaları ve heyecanı derken diziye dalıp gidiyordum. İkiye bölünmüş bir ülke ve ulus hakkında her türlü malzemeyi merak etmek ayrı, burada beni çeken şeyin ne olduğunu baştan beri biliyordum ben. Dizinin adı. “Deutchland 83”. Daha doğrusu 83. 1983 yılında geçiyor film. O dönemin kültürel referanslarını ve gündelik hayatı senaryosu gereği yeniden canlandıran dizi beni ‘80’lere götürüyordu. Peki ‘80’ler neden bu kadar ilginç? Çünkü 10’lu yaşlarımdaydım. Ergenlik dönemimdi ve bu dizideki her dönem referansı hafızamda bir yerlerde bir düğmeye basıyordu. Eski bir logo, bir mobilya, bir otomobil modeli. Yüksek belli taşlanmış bir kot pantolon. Dönemin spor ayakkabıları. O döneme dair referans ve işaretlerin her biri tanıdıktı ve beni sevdiğim bildiğim, kendimi iyi hissettiğim
İngiltere’nin meşhur müzik mağaza zinciri, 100 yıllık geçmişe sahip HMV, geçen haftaya kadar batmıştı ve bütün dükkânlarını kapatıyordu. Bir mucize oldu ve Birleşik Krallık’taki 100 mağazasıyla birlikte Kanadalı Sunrise Records’a satıldı. Sunrise bu batık şirketi üç kuruşa kapatıp değerli dükkânlarını ve mal mülkünü satın aldığı fiyatın 10 katına satacak değil. Firma müzik perakendeciliği yapmaya devam edecek. Ve bunu yaparken plaklara güveniyor. Daha doğrusu, plağın geri dönüşüne ve bu trendin geçici değil, kalıcı olduğuna yatırım yapıyor.
Önce geleneksel medya ve formatlar bitti dendi. Sonra her şey dijitale geçiyor dendi. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Ne geleneksel medya bitti (bunu radyoculuktan bir örnekle geçen hafta anlatmaya çalışmıştım) ne de dijital sanıldığı gibi alıp başını gitti. Galiba en doğru bakış açısı, birinin diğerine evrileceğini değil, en azından şu zamanlar için, her ikisinin de farklı yolları ve ufukları olduğunu kabullenmek.
ABD’de 2018’de 17 milyon yeni baskı plak satılmış. İkinci eller ve satışlarını açıklamayan bağımsız mağazalar, firmalar, internetten yapılan satışların büyük kısmı bu hesaba dâhil bile değil. İngiltere’de de bağımsız müzik firması
55 yaşındaki Ian Brown, müziğiyle yeni hikayeler anlatmaya devam ediyor. Bir Leonard Cohen değil tabii ama tecrübesini paylaşıyor, inceden öğütler veriyor. Bunları, dağılan The Stone Roses’ın müzikal mirasını devam ettirerek yapıyor.
Ian Brown yedinci solo stüdyo albümünde de eski grubu The Stone Roses’un müzikal mirasını devam ettiriyor. Gayrıresmi olarak grubu kendi solo projesinde sürdürüyor. The Stone Roses dağıldıktan sonra yeniden bir dizi konser için birleşmiş, 2017’de son kez birlikte sahneye çıkmıştı.
Brown’ın müziğindeki The Stone Roses referansları için “Solistiydi normaldir” derdik ama fazlası var. Brown, esas grubundan -ya da grubunun ardından- ayrı albümler yapan pek çok diğer solist gibi yeni sulara yelken açmadı. Burada da açmıyor. Paul Banks’in Interpol’den ayrı albümleri, Thom Yorke’un Radiohead’den ayrı albümleri, Jack White’ın The White Stripes sonrası projeleri, Guy Garvey’nin Elbow’dan ayrı işleri, elbette grupların izlerini taşıyordu. Ama Brown’ın kullandığı müzikal araçlar “The Stone Roses bitti ama ben müziği kaldığı yerden kendi başıma devam ettiriyorum” şeklinde okunuyor. Mesela bu albümdeki “First World Problems”, “Ripples”, “Soul Satisfaction” bu