Başbakan Erdoğan, İsmet İnönü’nün Atatürk öldükten bir gün sonra askerlerin Meclis’i kuşatması ve zorlaması sonucu cumhurbaşkanı seçildiğini iddia etti.
Yardımcısı Mehmet Ali Şahin bu iddiayı önceki gün şu sözlerle geliştirdi:
“11 Kasım’da Meclis olağanüstü toplantıya çağrıldı ve İsmet İnönü Cumhurbaşkanı seçildi. Meclis’i askerler çeviriyor. Tarih kitaplarına dayanarak söylüyorum. Atatürk’ün naaşı daha duruyor, başka aday da gösterilmesine izin verilmemiş ve İsmet İnönü Cumhurbaşkanı...”
Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak milletvekili olmadığı için Cumhurbaşkanı seçilme şartına sahip değildir. Üstelik bu görevi istememektedir. Başbakan Celal Bayar bu göreve istekli görünmüyor. Ortada tek aday olarak İnönü kalıyor.
CHP eski milletvekili Erol Tuncer’in “1923’ten bu yana Cumhurbaşkanlığı seçimleri” adlı kitabından okuyoruz...
Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra, 11 Kasım’da saat 11’de CHP grubu toplanıyor.
Milletvekillerinden aday ismi yazmaları isteniyor. Gizli oylamada İnönü’ye 322, Celal Bayar’a 1 oy çıkıyor.
Meclis’te “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesi” adlı bir yasa tasarısı geçen hafta kabul edildi.
Yasa PKK’yi, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi muhatabı haline getiriyor... Taraf statüsü kazandırıyor. İlginç şekilde “Verilen görevleri yerine getiren kişilerin hukuki, idari veya cezai sorumluluğu doğmayacağı” hükmünü getiriyor... Ve buradan da müzakerelerde PKK’ye normalde suç sayılabilecek tavizler verileceği anlaşılıyor.
AKP’nin bu tasarısına MHP karşı çıkarken, HDP ve CHP destek verdi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu parti örgütlerine yazı göndererek CHP’nin “çözüm süreci”ne katıldığını bildirdi.
CHP’li milletvekilleri yasaya desteklerini Meclis’teki oylamaya katılmayarak verdiler. Sadece üç milletvekili Birgül Ayman Güler, Dilek Akagün Yılmaz ve Gürkut Acar olumsuz oy kullandı.
Bu noktada akıl almaz bir tutarsızlık gözleniyor.
CHP geçen yıl Mayıs ayında Parti Meclisi’nce kabul edilmiş bir “Tutum belgesi” açıklamıştı. Düzgün ve doğru bir metindi bu... Bu belgede:
Yarından itibaren izne çıkmayı... Ve bir tatil yolculuğunu düşlerken... Ünlü Fransız düşünce adamı Montaigne’in kuralları özleme dönüşüyor içimizde... Stefan Zweig onu şöyle anlatır:
“Montaigne kendini özgür kılmak için yolculuğa çıkmıştır; bütün yolculuk boyunca da özgürlük örneği verir... Hep burnunun gösterdiği yöne gider. Herhangi bir plan yapmaz. Gideceği yer yolun uzadığı ve keyfinin istediği yerdir. Başka deyişle yolculuk etmemekte kendini bir yolculuğun akışına bırakmaktadır. Bir hafta sonra nereye gitmek isteyeceğini bilmek istemez.
...Bağımsızlık Montaigne’de giderek bir tutkuya dönüşür. Kimi zaman yoldayken o yolun nereye götürdüğünü bilmek bile içinde hafif bir sıkıntıya yol açabilir:
‘Yolculuktan o kadar tat alıyordum ki, kalmayı planladığım bir yere yalnızca yaklaşmaktan bile nefret eder olmuştum...’
Montaigne bir yolculukta görülmeye değer yerler arama peşinde değildir; farklı olan her şey ona göre görülmeye değerdir, tersine herhangi bir yer çok ünlüyse eğer, Montaigne orayı görmekten kaçınmayı yeğler; çünkü orayı çok kişi görmüş ve anlatmıştır... Gideceği yer başka yerlerden ne kadar farklıysa o kadar iyidir.
...Bir kez köylerinin sınırları dışına
Çatı aday Ekmeleddin İhsanoğlu kimin fikri idiyse... AKP’ye çok yararlı oldu. İsim tek başına Cumhuriyetçileri ortadan ikiye böldü. Hiçbir düşüncede ayrışmayan aydın kişiler şimdi Ekmeleddin Bey adı üzerinden çatışıyor... Birbirini AKP’nin adamı olarak suçlayan bile var...
Ekmeleddin Bey kuşkusuz muhterem bir adamdır. Ama Cumhuriyet değerlerini temsili kuşkuludur. Laik Cumhuriyet’in değerlerini savunacağına ilişkin güven zayıftır.
Alevilerin de Ekmel Bey’e bakışları soğuktur. Ancak kendisine ilginç bir test öneriyorlar.
Hubyar Sultan Alevi Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu, diyor ki:
“... Bazı kimseler Alevilere tepeden bir bakışla küçümseyici bir yaklaşım sergilemektedirler. CHP milletvekili Sebahat Akkiraz, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Hacı Bektaş’ı ziyaret edeceğini söylüyor. Ne olacak yani Hacı Bektaş’ı ziyaret edince? Alevileri kandırmış mı olacaksınız?
Alevilere yoldaş olmak istiyorsanız, Alevilerle can olmak istiyorsanız, Alevilerin de cumhurbaşkanı olmak istiyorsanız işe Hacı Bektaş’ı ziyaretle başlamak yerine, 2 Temmuz’da Sivas’ta, Madımak önünde olacaksınız. Öyle Alevilerden kaçarak, devlet erkanının Madımak’a çiçek koyma merasimine katılarak değil, bizzat
Haber dün hemen tüm gazetelerde yer aldı...
Cübbeli, sarıklı tebliğci dedeler Sakarya’nın Karasu plajına girmişler, mayolu kadınları dolaşarak onlara nasıl yaşamaları gerektiğini anlatıyorlar: Çalgılı düğünlere gitmeyin, müzik dinlemeyin, kaşlarınızı aldırmayın, ince çorap giymeyin vb...
Hani kimse kimsenin yaşamına karışmayacaktı?
Var mı iktidar saflarından bu tebliğleri kınadıklarına yönelik açıklama? Yok...
Samsun’da Tıp Fakültesi Dekanı Hipokrat Yemini’ni değişitiriyor, ayrıcalık yapılmamasına ilişkin sözleri çıkartıp yerine:
“Allah’ın huzurunda yemin ederim” ibaresini ekliyor...
İzmir’de İl Özel İdaresi’nin mülkleri Diyanet İşleri’ne devrediliyor.
Hürriyet’in Kelebek ekinde Gökçe Aytulu, CHP aday adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun “Modern Türkiye ve Osmanlı Mirası” adlı uzun makalesi ile “Yeni Yüzyılda İslam Dünyası” adlı kitabından alıntılar yaparak onun fikir dünyasını yansıtmaya çalışmış... Ekmel Bey yazılarının bir yerinde dil konusunda şöyle diyor:
“ Gelişmiş, ‘mürekkep’ bir İmparatorluk dili olan, yüksek edebiyat ve bilim dili haline gelen Osmanlı Türkçesi’nde asırlardan beri kullanılan kelimeler ile Osmanlı Türkleri’nin kendi türettikleri kelimeler etnik tasfiyeye tâbi tutulmuştur. ‘Özgürlük’, ‘uygarlık’ ve ‘bağımsızlık’ gibi bize has, lengüistik bakımından hilkat garibeleri olan ve herhangi bir Türk lehçesinde olmadığı gibi onu türetenlerin kendilerine ait şahsî ve gayri ilmî anlayışları içinde uydurulan bu kelimeler, bugün Orta Asya ve Kafkasya Türkleri’nin kullandığı ‘hürriyet’, ‘medeniyet’ ve ‘istiklâl’ kelimelerinin yerini zorla almıştır.”
Dil konularında duyarlı bir yurttaşımız olan Tarık Konal, Kemal Kılıçdaroğlu’na yazdığı mektupta Ekmel Bey’in Osmanlı hayranlığını eleştiriyor. Özgürlük, uygarlık, bağımsızlık gibi sözcüklerden şikâyet eden E. İhsanoğlu’nun yazılarında kullandığı sözcüklere dikkati çekiyor:
Başbakan son günlerde yargıyı ele aldı. Hemen her gün ofisine böcek koyanların yargı tarafından serbest bırakılmasını işliyor. Yargıç sanıkları elde yeterli kanıt olduğu halde mi salıverdi? Yoksa yeterli kanıt mı yoktu? Tutuklamanın koşulları vardı da mı tutuklamadı? Bunları kimse bilmiyor. Çünkü yargıçlar konuşamıyor. Ancak anlaşılan Başbakan birilerinin tutuklanmasını isteyince mahkemenin tutuklaması gerekiyor. Başbakan dün diyor ki:
- Yargı ne CHP’nin ne CHP’nin yol arkadaşı MHP’nin, Pensilvanya’nın egemenliğine asla teslim edilmeyecek. Yargı birilerinin arka bahçesi değil, söz verdiğimiz gibi milletin yargısı olacak...
Son haftalarda Başbakan’la ilgili iki yazımız için dava açıldı. İkisinde de savcı takipsizlik kararı verdi. Başbakan adına açılan pek çok başka dava aynı şekilde takipsizlikle sonuçlanıyor. Yargı Başbakan’a teslim olmuyor. Sanırız en büyük rahatsızlık buradan kaynaklanıyor.
En sıkı rejimlerde örneğin Nazi Almanyası’nda da yargı kolay teslim olmamış. Hitler ülkede kontrolü ele geçirdiği ölçüde yargıyı ele geçiremedi. Alman Yüksek Mahkemesi (Reichsgericht) kararlarını beğenmeyince Halk Mahkemesi’ni (Volksgerichtshof) kurdu. Bu mahkemenin 9 yargıcından
Ünlü şairimiz Orhan Veli, 1950’ye doğru şiirleri yanında siyasi eleştiriler de yazar. Çıkardığı YAPRAK dergisinde özellikle CHP’nin Demokrat Parti’ye oy kaptırmamak için yöneldiği taviz adımlarını eleştirir. Demokrat Parti’nin seçimleri kazandığı günün ertesinde yani 15 Mayıs 1950’de bakınız dergisinde ne yazar:
“Seçimler bitti. Demokrat Parti, Halk Partisi’ni korkunç bir bozguna uğrattı. Oysa ki Halk Partisi, halkı kazanacağını umarak fikirleriyle prensiplerinden son zamanlarda ne fedakarlıklar etmişti. Bütün yayınlarına göz yumulan din dergileri, okullara konan din dersleri, yeniden açılan ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları, türbeler, şahsi sermayeye sağlanan imtiyazlar, her türlü irticaa tanınan haklar... Hiçbiri kâr etmedi.”
CHP dinde açılımı öylesine bol kepçe yürütmüştür ki, seçimlerden üç ay önce, 1926 yılında kapatılan tekke ve zaviyelerin yeniden ziyarete açılmasını öngören bir yasa bile çıkarmıştır.
Netice? Tabiri mazur görün: Hatice...
Halk da nihayet enayi değil... Sizin aslınızı astarınızı biliyor... Bu tür açılımları din duygularını okşamak için yaptığınızı, amacın sizin oyunuzu almak olduğunu görüyor. Oltaya gelmiyor. Ama CHP bu yolu hep deniyor!