Altı partinin imzaladığı “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Dönüş” mutabakatında şu bölüm dikkat çekici:
“... ülkemizde hiçbir zaman gerçek anlamda çoğulcu demokrasiye geçiş mümkün olmamıştır. 1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.”
Metinde 1961 ve 1982 anayasaları darbe anayasası denilerek sert şekilde eleştiriliyor.
Ancak metinde nedense Cumhuriyet’in kuruluş anayasası olan 1924 Anayasası’ndan söz edilmiyor. Böylece o da Cumhuriyet’i dar kalıplara sokan metinlerden biri oluyor!
Aslında 1921 Anayasası bir anayasa bile sayılmaz. 23 maddeden oluşan bir temel kanun niteliğindedir. Adı da zaten “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu”, malum.
1921 Anayasası kuvvetler ayrılığına yer vermez. Meclis hükümetini ve kuvvetler birliğini öngörür. Yasama, yürütme, yargı gücü Meclis’e bağlıdır. Başbakan ve Devlet Başkanı yoktur. Bakanları Meclis tayin eder. Bakanların başı Meclis Başkanı’dır.
Metinde temel hak ve özgürlükler yoktur.
Bu anayasa taslağı Saadet Partisi’nin ilgisini çeker. Çünkü başında:
24 Şubat’tan bu yana dört gün içinde Ukrayna’dan Polonya’ya 115 bin Ukraynalının geçtiğini Polonya makamları açıkladı. Yetkililer sığınmacılardan pasaport veya başka bir belge de istemediklerini bildirdiler.
Aynı Polonya daha birkaç ay önce Beyaz Rusya’dan gelen Müslüman sığınmacılara sınırlarını sıkı sıkıya kapatmış, bölgeye askeri kuvvet sevk etmiş, yer yer ateş açmıştı.
Romanya ise Ukrayna’dan 500 bin mülteci alabileceğini açıkladı.
Yunanistan Başbakanı Miçotakis sayı vermeden ülkelerine Ukrayna’dan mülteci kabul edebileceklerini açıkladı.
Türkiye’den ya da Afrika’dan gelen sığınmacıları ise botlarını batırıp denizde boğmaya çalışıyorlar, malum.
Peki, Ukraynalı sığınmacıların ne farkı var?
Onlar Hıristiyan. Ortadoğu’dan gelenler Müslüman. En büyük fark burada. Müslüman’a bakacak imkânları yok. Hıristiyan’a gelince var.
***
Adına şarkılar bestelenmiş, tarih boyunca aşklara sahne olmuş, kıyısında bir fincan kahve içmek bile mutluluk sayılmıştır. Boğaziçi öylesine güzeldir.
Ne var ki bu güzellik tarih içinde yaşadığımız ülkenin kaderini de çizmiştir.
***
1944 yılı ortaları... İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesine henüz bir yıl var. Dünya savaş fırtınasına tutulmuş. Türkiye bir yandan İngiltere ve Rusya, öte yandan Almanya’nın baskısı altında tarafsızlığını korumaya çalışıyor. Türkiye’nin Almanya’ya el altından silah yapımında gerekli krom madeni sattığı söylentileri yanında bir başka şikâyet de Montrö Sözleşmesi’nin Almanlar lehine delindiği yolundadır. İngiltere, Alman ticaret gemilerinin Boğazlardan geçerek Karadeniz’den (muhtemelen işgal altındaki Romanya’dan) Akdeniz’e askeri malzeme taşıdığını iddia etmektedir.
***
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, konuyu Dışişleri Müsteşarı Feridun Cemal Erkin ile görüşür. Montrö Sözleşmesi ticaret gemilerinin aranmasına izin vermemektedir. Ancak aramanın hiçbir yolu yok mudur? Erkin, antlaşmanın maddeleri arasında bir boşluk bulur, gemilerin aranmasına karar verilir.
Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu gemilerin aranmasına şiddetle karşıdır. Bu yüzden öfkeye kapılır, istifasını verir.
O sırada yoldan çevrilen ve Çanakkale’de bekletilen bazı Alman ticaret gemilerinde arama yapılır. Yükleri arasında gerçekten silah ve askeri malzeme bulunur. Bunlara el konur. Geçişleri yasaklanır. İngiltere ve Rusya mutlu olur.
İyi Parti’nin dünkü grup toplantısına Meral Akşener’in konuşmasının şu bölümü damga vurdu:
“Gözlerinizi kapatın ve düşünün, şu salonda hepimiz olmasaydık, 81 ilde il ilçe teşkilatlarımız bulunmasaydı, Meclis’te grubumuz olmasaydı, bu partiyi kurmasaydık, yandaş ya da muhalif televizyon kanallarında bugün 2023’e dair ne konuşulacaktı?
Herkes her şeyi tanzim ediyor, bu tanzimci arkadaşlar ne konuşacaktı İyi Parti olmasaydı?
Bugün 31 Mart başarısı konuşuluyor, İyi Parti olmasaydı İstanbul, Ankara, Adana, Antalya ne olacaktı?
Yani ne demek istiyorum, bir şey değişti, her şey değişti.”
Çoğunlukla CHP’yi hedef alan bu sözler neyin tepkisiydi? Bir kaynağımız şu yorumu yaptı:
- Meral Hanım yüzde 1-2 oya sahip dört küçük partinin eşit düzeyde işin içine sokulmasından rahatsız. Kemal Bey’in, beş lider aday gösterirse cumhurbaşkanlığına aday olurum diye emrivaki yapması, ardından Saadet Partisi’nin anketleri göstererek Kemal Bey’e burun kıvırması rahatsız edici gelişmeler.
Bu arada, 28 Şubat imza töreninde Meral Hanım’ın oturma düzeninde 5. sıraya konulması, DP’nin bile gerisinde yer almasının canını sıktığı da söylentiler arasında.
Açık Pencere’nin 40’ıncı yılı nedeniyle bizi kutlayan, geçmiş günleri paylaşan, güzel yılları tekrar yaşatan değerli dostlara minnet ve teşekkürlerimi bildiriyorum.
Her birine teker teker yanıt veremediğim için üzgünüm.
Telefon açarak kutlama nezaketini gösterenlerden biri de Hürriyet’ten Doğan Hızlan idi. Sohbet arasında yazarlık yaşını sorduğumda:
- Benim ilk yazım 1954 yılında yayımlandı, dedi.
Demek ki yazarlıkta 68. yılını sürdürüyordu.
Bazı okurlar benim yazarlık yaşımı merak etmiş..
Bendeniz de ilk köşe yazımı 1972 yılında Yenigün gazetesinde yazmıştım. Demek ki yazarlık yaşım da 50’yi bulmuş.
Gençlere bu rakamlar büyük, yıllar uzun gibi gelebilir.
Açık Pencere bugün 40. yaşını tamamlıyor.
İlk köşe, Güneş gazetesinin yayına başladığı 1982 yılının 19 Şubat günü ilk baskıda yayımlanmıştı.
Güneş’te adımız Arka Pencere idi.. Milliyet’e geçerken adımızı orada bıraktık Açık Pencere adını aldık. Güneş’teki 4 yıla, bu gazetede Açık Pencere adı altında 36 yıl ekledik. Milliyet’in de en kıdemli yazarı olduk.
Babıali’de geniş çaplı transfer yapan ilk gazete Güneş olmuştu. Yaratıcısı ve ilk genel yayın müdürü Güneri Cıvaoğlu idi. Gönlü zengin dostumuz Cıvaoğlu, Ankara’daki muhabirlik günlerini unutmamış, gazetecilerin de iyi yaşamaya hakkının olduğunu düşünmüş, transfer ettiği gazetecilere iyi maaşlar verdiği gibi hayli cazip transfer ücretleri ödemişti. Bu bir devrimdi. Güneş sonraki aylarda bankaların kriziyle birlikte sıkıntıya girdiyse de ilk zamanlarda mutlu gazetecilerin gazetesi olmuştu. Zarafet her yana yansımıştı. Her masada beyaz bir vazo vardı, her sabah vazolara taze çiçek konuyordu.
Kimse ücretinden şikâyetçi değildi.
Gazetenin hazırlık günlerinde Güneri Bey benden Hasan Pulur gibi bir gazeteci aramamı istemişti. Hasan Ağabey’in Milliyet’teki “Olaylar ve İnsanlar”ına benzer bir sütun düşünülüyordu. O adamı bulamadık tabii. Bu arada kendimiz bir şey yapalım, dedik. Bu sütunun denemelerine başladık. O sıralarda aramıza karikatürist Ercan Akyol ile Fahrettin Fidan katıldı. Pek çok gazeteci arkadaşımız bize destek oldu. En büyük desteği ise haber, fıkra, bilgi göndererek sütuna katkıda bulunan okurlarımız verdiler.
Daha önce TRT ve Günaydın’da geçen yıllarda edindiğimiz tecrübelerle kimi kurallar uyguladık. Yazılar kısa cümleli, kolay anlaşılır olacak, okuru sıkmayacak, ciddi konular da mizah ambalajına sarılıp tatlı hale getirilecekti. Okur bir yazıdan sıkılırsa onu bırakıp bir başka yazıya geçebilecekti.
Elektrik faturalarını görünce cereyan çarpmışa dönüyoruz.
Akaryakıt zamları veya çarşı pazar pahalılığı da insanımızı bunaltıyor kuşkusuz. Peki, buralara neden geldik? Nasıl geldik?
Eğer rotayı düzeltmek istiyorsak sorunların çıkış noktalarını gözden geçirmek zorundayız. Cumhuriyet tarihinde iki büyük kırılma noktası var.
Biri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında “Sovyetler Birliği bizden toprak ve Boğazlar’da üs istedi” söylemiyle siyasetin ve ekonominin tamamen ABD ve Atlantik güçlerine bağlanması... İkincisi, 1980 sonrasında Turgut Özal’la birlikte liberal düzene yönelmemizdir.
Birinci hikâye etkisini bugün bile sürdürüyor. Solun oyları yüzde 35’i aşamıyor. Siyasette oylar sağ partilere yığılıyor. Sağa alternatif çözümler gündemde kendilerine yer bulamıyor.
İkinci kırılmaya gelince... 12 Eylül ve sonrasında liberal düzene dümen kırmamızla birlikte devlet kuruluşları tek tek özel ellere devredilmiş, rekabetin artmasıyla ekonominin canlanacağı öngörülmüştü. Ne var ki bu vaat ve öngörüler tutmamıştır.
Günümüzde tartışılması gereken iki ana konu, “Sovyetler toprak ve üs istedi” hikâyesinin iç yüzüyle, IMF kaynaklı ekonomi programlarının neden tutmadığı olmalı. Ancak, muhalefet partileri dâhil, kimse olayın bu yanıyla ilgilenmiyor. Aynı sistemle devam!
BEŞİNCİ AŞI
Yıl 1982. Ankara’da Sovyet Büyükelçiliği’nde bir resepsiyon veriliyor. O yıl Başbakan Yardımcısı olan Turgut Özal dâhil Ankara’nın önde gelen siyasetçi ve bürokratları var salonda. Yıllar sonra bir itiraf sonucu öğrenildiğine göre. Davetin bitiminde Büyükelçi Vladimir Lavrov kokteyle katılan personeli topluyor. Ve kimin kiminle ne konuştuğunu soruyor.
Kokteyle katılan diplomatlar, tercümanlar, vd. kokteylde kimlerle neler konuştuklarını sırayla anlatıyorlar.
Bu satırları “Kuşku ile Komşuluk” adlı kitabın 230. sayfasında okuyoruz.
Konu doğal gaz alımı, vs. O konuyu bir yana bırakıyoruz.
Büyükelçi Lavrov’un personeli toplayıp sorgulaması bize ilginç geliyor.
Acaba Ruslar böyle davetlerden sonra personeli toplayıp bu tür bir istihbarat çalışması yapıyorlar mı?
Eğer bunu yapıyorlarsa müthiş bir istihbarat toplama yöntemi uyguluyorlar demektir.
Çünkü bu gibi davetlerde birkaç kadeh içki de içildikten sonra çeneler açılır, ayaküstü sohbetlerde resmi görüşlerin dışında birtakım konular gündeme gelir, ev sahibi diplomatlar davetlilerin ağzından çok ilginç ve önemli bilgiler alabilir.