Bülent Eczacıbaşı: "Yabancılarla ortaklığın biçimi, bir sektörden diğerine büyük farklılıklar gösterebilir. Örneğin ilaçta yabancı ortak mutlaka gerekli. Bugün de gerekli, 20 yıl sonra da. Ama seramikte yabancı ortağa ihtiyacımız yok.
Türk şirketleri yabancılarla ne tür ortaklıklar kurmalı?
Sabancı'ların yaptığı gibi dünya devleriyle evlenme ve en yeni teknolojilerle çalışma karşılığında eşit, hatta zaman zaman azınlık hisselerine razı mı olmalı?
Yoksa Koç Grubu'nda hakim görüş olan çoğunluk hissesinde ısrar etmek mi daha akılcı çözüm?
Yeni yılın ilk Ekonomi Kulisi köşesinde bu konuyu tartışmaya açmış ve Koç Holding Dayanıklı Tüketim Grubu Başkanı Hasan Subaşı, Sabancı Holding Otomotiv Grubu Başkanı Hazım Kantarcı, Sabancı Holding Yönetim Kurulu üyesi ve Kordsa Genel Müdürü Güler Sabancı ve Enka Holding Yönetim Kurulu Başkanvekili Sinan Tara'nın görüşleri etrafında biraz fikir jimnastiği yapmıştık.
Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı'nın bugün aktaracağımız görüşleri ve Eczacıbaşı Holding'in değişik sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerindeki farklı yaklaşımlar, sanırım fikir jimnastiğinde bizleri bir adım daha ileri götürecek.
Sözü Eczacıbaşı'na bırakıyorum:
"Bizim 7 - 8 tane yabancı ortaklığımız var. Bunlardan birinde azınlıktayız, diğerleri yüzde 50 - 50.
Bu eşit ortaklıklar aslında çok zor. Bu yüzden de ortaklığa girerken yapılacak anlaşmalar çok önemli.
Bana göre eşit ortaklıkların temel şartı şu: Tarafların uzun vadeli stratejilerde anlaşmaları lazım. Anlaştıkları sürece ortaklık devam eder.
Ama stratejiler değişebilir. O zaman da ortaklıklar biter ve herkes kendi yoluna devam eder. Bu bizim grupta oldu mu derseniz evet oldu.
Sanipak'ın Tampax'la eşit hisseli ortaklığı vardı. Ortaklık ilk kurulduğunda 2 taraf da hem çocuk bezi, hem kadın bağı, hem de tamponda gelişmek, pazarda büyümek istiyordu.
Ancak Tampax bir süre sonra stratejisini değiştirdi. "Bizim iyi bildiğimiz iş tampon. Biz sadece tamponda gelişmek istiyoruz," dediler ve ortaklıktan çekilerek kendi başlarına yollarına devam ettiler. Biz de Sanipak olarak Procter & Gamble ile yine yüzde 50 - 50 ortaklık kurduk.
Yabancı ortaklıklara girmemizin en önemli nedeni, teknoloji transferi. Ana faaliyet alanlarımızın başında gelen ilaç sanayiinde yabancı ortaklık olmazsa olmaz ve bu durum zaman içinde de değişmeyecek. Buna karşılık bir diğer önemli faaliyet alanımız olan seramik sanayiinde başkasının teknolojisine ihtiyacımız yok. 50 yıl önce işe lisans anlaşmasıyla başlamıştık. Şimdi kendi teknolojimizi rahatlıkla üretiyoruz. Hatta yurt dışına bile teknoloji sattık."
Bülent Eczacıbaşı, bu sözleriyle tartışmamıza çok önemli katkıda bulunuyor. Konunun benim açımdan biraz daha netleşmesini sağlıyor.
Subaşı, Kantarcı, Sabancı ve Tara'nın katkılarıyla ben şu noktaya gelmiştim:
* Arçelik ve Kordsa örneklerinde olduğu gibi erken kalkan yol alır misali, Türkiye'de gümrük duvarlarının yüksek olduğu dönemlerde büyüyüp serpilmiş ve başarılı yönetimler sayesinde basiretli kararlar almış şirketler, bugün yüzde 100 yerli sermayeyle kendi teknolojilerini üretebilecek, kendi markalarını yurt dışına taşıyabilecek ve global rekabette ayakta kalabilecek noktadalar.
* Ancak uçak sanayii gibi, otomobil sanayii gibi yıllık Ar - Ge harcamalarının çok yüksek olduğu ve teknolojilerin hızla değişip yenilendiği öyle sanayiler var ki, Türkiye'nin bu alanlarda yüzde 100 sermayeyle kendi teknolojisini üretmesi ve global rekabette tek başına ben de varım diyebilmesi kesinlikle mümkün değil. Tofaş - Fiat çekişmesiyle, Toyota - Toyotasa ve Otosan - Ford işbirliğini bu çerçevede değerlendirmek gerek.
* Bir de zamanlama var. Sabancı Topluluğu'nda olduğu gibi eğer yeni sektörlere açılma kararını son 8 - 10 yılda vermişseniz belki başka çare de yok. Çünkü Türk sanayi artık gümrük duvarlarıyla korunmuyor. En yeni teklonojili ürün bile tüketicinin ayağına kadar gelebiliyor. Bu durumda ya o yatırımı yapmayacaksınız, ya da yabancı ortağın Ar - Ge ve teknolojideki üstünlüğünü kabul ederek ortaklık masasına oturacaksınız. Üstelik de Türkiye gibi devletin sanayii ile ilgili herhangi bir stratejisinin olmadığı, dahası strateji ne kelime, ülke yararına kopartılmış tavizlerin bile altın tepsilerde yabancılara ikram edildiği hükümetlere mahkumsanız...
Eczacıbaşı'nın katkılarıyla kafamda iyice netleşen husus ise şu oldu. Rahmetli Vehbi Koç da, rahmetli Nejat Eczacıbaşı da Türk sanayiinin duayenleriydi. Vehbi Koç ilk yerli buzdolabı ve otomobili üretirken, Nejat bey de ilk yerli ilaç fabrikasını kurmuştu. O dönemde bunların hepsi yabancı lisanslarla kurulmuştu.
Bugün Arçelik, yüzde 100 sermayeyle kendi ayakları üzerinde durabiliyor, ama Tofaş duramıyor. Durması da mümkün değil, tıpkı ilaçta olduğu gibi.
Yani öyle sanayiler var ki, gümrük duvarlarının yüksek olduğu 50 yıl önce kurulmuş olmaları da önemli değil.
Her sektörde erken kalkan yol alır diye bir kural yok. Öyle sektörler var ki, ne kadar erken kalkmış olursak olalım dünya devlerinin Ar - Ge'ye yatırdıkları muazzam paralar ve her gün piyasaya sürdükleri teknolojik yeniliklerle rekabet etmemize olanak yok. Eczacıbaşı'nın ilaç örneğinde dikkati çektiği gibi bugün de yok. Yarın da yok.
Evet, bu noktada söz yine Bülent Eczacıbaşı'nın:
"İlaçta yeni bir keşfin, bir yeni molekülün ortaya çıkması, 10 - 12 yıllık bir araştırmayı ve 200 - 300 milyon dolarlık bir harcamayı gerektiriyor. Yılda 600 milyon dolarlık araştırma yapılmalı ki, 1 - 2 yeni ilaç keşfedilebilsin. Çünkü ancak yeni keşfedilen 10 bin molekülden biri ilaç olabiliyor. Diğerleri yan etkileri, tedaviye bir yenilik getirmemeleri gibi nedenlerle çöpe gidiyor.
Şirket en az 4 - 5 milyar dolar ciro yapabilmeli ki bu para ayrılabilsin. Zaten bu yüzden dünyada da şirket birleşmeleri oluyor.
Gerçekçi olmak yazım. İlaçta Ar - Ge'yi 2'ye ayırırsak, Ar'ını bizim yapmamız mümkün değil. Ancak Ge'de, yani mevcut bir ilacı geliştirmede yaptığımız çalışmalar başarılı olabiliyor.
Ar - Ge'nin Ar bölümünde Eczacıbaşı olarak biz 2 başarısız deney yaptık. Birincisinde Türkiye'nin bitki örtüsünü 7 yıl süreyle inceledik. Bitkileri farmakolojik incelemeye aldık ve sonuçta Antakya'da sadece Türkiye'de yetişen ve kalp hastalıklarına iyi gelen bir bitki bulduk. Ama kısa süre sonra bu bitkinin kalp hastalıklarının tedavisinde kullanılan diğer ilaçlardan daha farklı bir yarar sağlamadığı anlaşıldı ve piyasaya sürmekten vazgeçtik.
8 yıl süren bir diğer araştırma sonucunda ise Adapazarı taraflarında bazı kanser türlerini de tedavi eden bir antibiyotik türü bulduk. Adını Egemisin koyduk. İlk denemeler çok iyi gitti. Ancak uluslararası alanda başvurumuzu yaptığımızda, aynı kanser türlerinde paralel etkiyi gösteren bir antibiyotiğin zaten varolduğu ortaya çıktı. Yine piyasaya süremedik."
DEVAMI ÇARŞAMBAYA