AKP lideri Tayyip Erdoğan, son günlerde birbirinden ilginç röportajlar yapan Sedat Ergin’in "diplomaside tecrübeniz olmadığı için başlangıçta bir tedirginliğiniz oldu mu?" sorusunu yanıtlarken şöyle diyor: "Genelde olur ama bir kere anlamaya başladıktan sonra hemen adapte oluyorsunuz... Ben biliyorsunuz piyasa tüccarlığından geldim. Siyasette de siyasetin tüccarlığını yapmamız lazım; ülkemizin menfaati için, milletimizin menfaati için... Bu anlayışla işe yaklaşarak netice almak mümkün."
Bu köşenin okurları benim AKP ve Erdoğan konusunda önyargılı olmadığımı kuşkusuz fark etmişlerdir ama Tayyip Bey’i dinledikçe, açıklamalarını okudukça, kullandığı deyimleri ve düşünce tarzını gördükçe kaygılarımın arttığını belirtmek zorundayım. Türkiye, benim ölçülerime göre Tayyip Erdoğan’dan çok daha birikimli olan Turgut Özal döneminde bile, bilgi ve deneyim sığlığıyla yapılan ve ilk bakışta "başarılı" gibi görünen işlerin bedelini sonradan ağır ödedi, hâlâ da ödemeye devam ediyor.
Şimdi uluslararası diplomasiye şıpın işi adapte olan, bizim "piyasa tüccarı" Erdoğan, büyük pazarlıklar için, petrol tüccarlığından gelen bir liderin, ABD Başkanı Bush’un karşısına çıkıyor. Ne demeli vallahi, bilmiyorum. Tanrı dünyanın ve Türkiye’nin yardımcısı olsun demekten başka bir şey gelmiyor aklıma.
‘Avrupa, bu kez barışçı yöntemlerle, sınırlarını yeniden çiziyor. Ancak sevinç değil, bir korku ve tedirginlik havası hakim Avrupa’ya. Eski kıtaya yeniden bütünleşme vaat eden büyük projenin tam da gerçekleşmeye yaklaştığı noktada, Avrupa’nın batısındaki pek çok kimse bu vaadin yapılmış olmasından adeta pişmanlık duyuyor. Avrupa’nın haritası değişiyor ama kafa yapısı ve düşünce çerçevesi değişmiş değil."
6 Aralık tarihli Financial Times’taki yazısında bu ilginç görüşü yansıtan Philip Stephens, sınırlarını genişletme kararını vermiş bulunan Avrupa Birliği’ (AB)nin bu yeni sınırlar içinde eski kafalarla ve eski anlayışla yönetilemeyeceğini vurguluyor. Avrupa’nın Hıristiyan mirasıyla tanımlanabileceğini ileri sürerek Türkiye’nin Avrupalı olamayacağını iddia eden Giscard d’Estaing’in bu iddialarının "eski rejimin çirkin önyargılarının" bir örneği olduğunu belirten Financial Times yazarı şöyle devam ediyor: "Avrupa’nın sınırlarıyla birlikte stratejik düşünce çerçevesi de genişlemelidir. Avrupa, demokratik bir Türkiye’ye sınırlarını açmakla, ahlâki bir görevi yerine getirmenin ötesinde, İslamcı demokrasinin gelişimini destekleyerek stratejik bir açılımı da gerçekleştirmiş olacaktır."
Türkiye’nin Avrupa’ya aidiyetini son sayısında kapak konusu yapan The Economist dergisi de "Avrupalılık" fikrinin haritalarda ya da etnik bağlarla değil, değerlerle belirlenmesi gerektiğini savunarak "demokrasi ve özgürlük gibi temel değerleri benimseyen ülkeler, Slav ya da Müslüman olmalarına bakılmadan, AB üyeliğine aday olabilmeli" diyor ve Türkiye’ye adaylık görüşmeleri için koşullu tarih verilmesini öneriyor.
AVRUPA’NIN KAYGISI
Sonunda Türkiye’yi de içerecek, genişlemiş bir Avrupa’nın küresel planda yakalayabileceği yeni fırsatların farkında olan ve eski düşünce kalıplarının dışına çıkabilen Avrupalılar, Türkiye’yi bu noktada düş kırıklığına uğratmanın ve Avrupa’nın dışına itmenin risklerini değerlendirebiliyor. 11 Eylül sonrasının dünyasında ve Türkiye’nin Batı’da "İslamcı" diye nitelenen bir partiyi demokratik seçimlerle iktidara taşıdığı bir ortamda bu riskleri almanın daha zorlaştığı da ortada. Ayrıca ABD’nin Türkiye lehine Avrupa’ya baskı yaptığı da biliniyor.
Öte yandan Türkiye’nin Avrupa’da yeri olmadığını düşünen ve söyleyen çok sayıda Avrupalının bulunduğu da bir gerçek. "Türkiye’nin Birliğe alınması AB’nin sonu olur" diyen Giscard d’Estaing’in aslında kendi görüşlerine tercüman olduğunu belirten Avrupa’nın muhafazakar aydınlarının yanı sıra, her kesimden Avrupalılar arasında da, çeşitli gerekçelerle Türkiye’nin AB üyesi olmasına karşı çıkanların bulunduğu, hatta bu görüşte olanların yüksek sayılara vardığı düşünülebilir. Türkiye’nin AB’ye kabul edilmesiyle ilgili kararı verecek olan Avrupalı siyasetçi de, stratejik gereklerin yanı sıra, seçmen tabanındaki bu eğilimleri de hesaba katmak zorunda.
TÜRKLERİN TEPKİSİ
Biz ise "Avrupalı" sayılmak için çok şey yaptığımızı, birçok özveride bulunduğumuzu düşünüyoruz ve Avrupa’nın bizi kendi kulübüne kabul etmekte gösterdiği tereddüdü tepkiyle karşılıyoruz genelde. "Türkiye Avrupalı değildir" diyenlere, Türkiye’nin hâlâ çok hızlı artmakta olan insan kalabalığıyla, farklı dini ve kültürel mirasıyla, demokrasiyi tam olarak içine sindirememiş siyasal kültürüyle Avrupa’nın başına bela olacağını düşünenlere ve Türkiye ile ilgili olarak duydukları tedirginliği gizlemeyenlere hemen her kesimden Türkler tepki duyuyor. Çoğumuz Avrupa’nın bize haksızlık ettiğini düşünüyoruz.
AKP’YE BAKIŞ
Türkiye’ye, o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik vaadini kırk yıl önce yapmış bulunan Avrupa’nın işine geldiğinde çifte standart uygulayarak Türkiye’yi oyaladığı bir gerçek ama bizim bir de dönüp kendimize bakmamız gerekmiyor mu? Avrupa yolculuğuna Yunanistan’la birlikte çıkan Türkiye’nin geçmişte yaptığı hatalarla treni nasıl kaçırdığını bir an için tarihe bıraksak bile, hiç değilse bugünkü durumumuza bir bakmamız gerekmiyor mu?
Türkiye’nin son dönemde Avrupa Birliği üyeliği yolunda attığı önemli adımları hiç küçümsemiyorum. Bu adımların sonrasında, Türkiye’nin dört dörtlük bir seçim yaparak iktidarı statüko karşıtı görünen ve kimilerince "İslamcı" diye tanımlanan bir partiye, yani AKP’ye teslim etmiş olması da kuşkusuz önemli bir olay. Ancak bu noktada şu soruları da sormamız gerekiyor: Biz Türkiye’de AKP’nin iktidar olmasını gerçek anlamıyla içimize sindirebildik mi? Türkiye’nin Avrupa’ya kabul edilmesi konusunda Avrupa’da yaşanan kaygıların, korkuların, tereddütlerin benzeri Türkiye’de AKP’ye dönük olarak yaşanmıyor mu? Türk seçkinleri, aydınları, kamuoyu önderleri arasında AKP iktidarını ciddi bir tehdit olarak görenlerin ağırlığı yok mu? Bu düşünceyi bir adım daha ilerletip "canım nasıl olsa rejimin sigortası olarak asker var" diyerek teselli bulanların varlığı inkar edilebilir mi?
SORUN KAFALARDA
Türkiye’nin Avrupa’dan istediği "tarihi" alıp alamayacağını birkaç gün sonra öğreneceğiz. Ancak asıl sorun Avrupa’nın ve Türkiye’nin düşünce boyutunda bir aşama, bir sıçrama yapıp yapamayacağıyla ilgili galiba. Avrupa’da ve Türkiye’de, kısmen de haklı nedenlerle yaşanan kaygılar, korkular, önyargılar aşılmadan Türkiye’yi de içeren "büyük Avrupa"nın oluşması kolay olmayacak herhalde.