Küreselleşme karşıtı sayılamayacak olan The Economist dergisinin son sayısında yer alan "Sermayenin zalim denizi" başlıklı araştırma dosyasında yer alan çarpıcı veriler, finansal küreselleşmenin "yükselen pazarlar" diye nitelenen ve Türkiye'yi de içeren ülkeler grubuna ne kadar pahalıya patladığını gözler önüne seriyor. Buna göre söz konusu ülkelerin, bankacılık ve döviz krizleri nedeniyle uğradıkları milli gelir (GSMH) kayıpları 1980'lerde 249 milyar doları, 1990'larda da 419 milyar doları bulmuş. 1980'lerde Latin Amerika milli gelirinin % 2.2'sini, 1990'larda Asya ülkeleri milli gelirlerinin % 1.4'ünü bu krizlerde yitirmiş. The Economist, finansal küreselleşmenin "yükselen pazarlar"a çeşitli yararlar sağladığını gösteren çalışmaların ise inandırıcı kanıtlar ortaya koyamadığını belirtiyor. The Economist'e göre "yükselen Pazar" diye nitelenen ülkeler, finansal küreselleşmeden yararlanabilmek için gerekli kurumsal yapıları ve politika çerçevesini oluşturmakta yetersiz kaldıkları için bu süreçte kayba uğrayan taraf oluyorlar.
The Economist'in dosyasında yer alan veriler, uğradıkları kayıpların büyük olmasına karşın "yükselen pazarlar"ın uluslararası sermaye pastasından aldıkları payın ise hâlâ çok küçük kaldığını da ortaya koyuyor. 2001 yılında 9 trilyon dolarlık uluslararası kredi pastasından yalnızca 700 milyar dolarlık pay alabilen "yükselen pazarlar", 12 trilyon dolarlık uluslararası menkul kıymet yatırımı portföyünden de ancak 600 milyar dolarlık bir pay alabilmişler.
Son günlerde kendini iyice hissettiren sıcaklarla birlikte ekonomide ve mali piyasalarda da yeniden iyimser bir havaya girildi. Faizler gevşedi; ünlü işadamlarımız, bankacılarımız "işlerin açılmakta olduğunu" söylemeye başladı. Ancak çok yakın geçmişin derslerini hatırlayanlar hemen sevinemediler bu gelişmelere ve bu iyimserliğin ne kadar süreceğini sorgulamaya başladılar. Ne kadar haklı olduklarını anlamak için, 2002 yılı başından bu yana yaşanan ve derhal DİBS (Devlet İç Borçlanma Senetleri) faizlerine yansıyan gelişmeleri hatırlatan grafiğe bakmak yeterli.
BEKLENTİ SALINCAĞI
2001 krizi sonrasında uygulanmaya başlanan Ekonomiyi Güçlendirme Programı'nın olumlu sonuçlar vermeye başladığı izleniminin yaygınlaştığı 2002 yılının ilk beş ayı boyunca DİBS faizlerinin düzenli bir gerilemeyle 25 puana yakın bir düşüş kaydettiği görülüyor. İyimser beklentilerin yeşermeye başladığı bu dönemi, Başbakan Ecevit'in hastalığı ve Kemal Derviş'in seçimden söz etmesiyle tetiklenen siyasi belirsizlik süreci izliyor, yeniden kuşkular beliriyor ve DİBS faizleri bu süreçte 2002 başındaki düzeyinin de üstüne çıkıyor. Seçimler yaklaşırken ekonomide ve mali piyasalarda beklenen gerilimin gerçekleşmemesi bu kez iyimserlik tohumlarını bir kez daha yeşertiyor, AK Parti'nin 3 Kasım seçimlerinden tek başına iktidar olarak çıkması ise bu iyimserliği iyice tırmandırıyor ve DİBS faizlerinde çok ciddi bir düşüş yaşanıyor. Ancak bu iyimserlik havası da çok uzun sürmüyor, IMF ile anlaşmayı geciktiren AK Parti hükümetinin Irak savaşı yaklaşırken ABD'den mali destek sağlamak için sürdürdüğü girişimler de "tezkere şoku" ile sonuçsuz kalınca bu kez daha da ciddi bir kaygı ve karamsarlık havası doğuyor ve DİBS faizleri sıçrıyor.
Bilmem sayabildiniz mi, yaklaşık 16 aylık bir süreçte kaç kez büyük iniş ve çıkışlar yaşanmış faizlerde, iyimser ve karamsar beklentiler kaç kez yer değiştirmiş? Bir programa göre iş yapmaya, üretim ve hele yatırım kararı vermeye çalışan bir işadamı ya da yöneticinin böyle bir ortamda karar vermesi, başarılı olması, umudunu koruması kolay mı? Hiç kolay değil ama bu ortamda bile umudunu koruyan, işini çeviren, üretimini ve ihracatını sürdüren işadamlarımız var. Onların bu doğal iyimserliklerini fırsata dönüştürebilecekleri ortama süreklilik kazandırabilsek belli ki daha büyük başarılara imza atacaklar ama bu bir türlü olmuyor, bunu başaramıyoruz. Çoğu kez de ekonomi dışı bir nedenle istikrar bozuluyor ve yeni iniş çıkışlar yaşanıyor.
İYİMSERLİĞİ YÖNETEMİYORUZ
İstanbul Sanayi Odası Meclisi'nin geçen haftaki toplantısında konuşan Koçbank Başekonomisti Cevdet Akçay, "iyimserliğin idaresi de maharet gerektiriyor" derken AK Parti hükümetinin de, bu mahareti gösteremediğini ve kurulduğu günlerde yeşeren iyimserliği fırsata dönüştürme şansını nasıl kaçırdığını anlattı. Ancak tek sorumlu hükümet değildi Cevdet Akçay'a göre, "kâr virüsü çok güçlü olan" ve "olaylara miyopik bakan" mali piyasaların da payı vardı beklentilerin yanlış yönlendirilmesinde. Örneğin 3 Kasım seçimi sonrasında AK Parti hükümetine henüz hak etmediği bir kredi açılmış ve bu aldatıcı sinyaller hükümetin de başını döndürmüştü. Bu ortamda IMF ile pazarlığın uzatılmasının ve ABD ile sorunlu bir süreç yaşanmasının da etkisiyle, yakalanan fırsat kaçırıldı ve olumlu beklentiler süreklilik kazanamadı. Şimdi bir kez daha böyle bir fırsat var ama bu kez de bürokraside kadrolaşmaya endekslenen, piyasalara ve dış dünyaya güven veremeyen AK Parti hükümetinin bu fırsatı kullanabileceği gene kuşkulu.
Dünyanın önde gelen finans kuruluşlarından birinin fon yöneticisiyle konuşuyorum. "Şimdi moda Rusya ve Brezilya" diyor. ABD, Avrupa ve Japonya'da faizlerin düştüğü, hisse senedi borsalarının hâlâ alçaktan uçtuğu ortamda, uluslararası yatırımcının bir gözünü "yükselen pazarlar" (emerging markets) diye nitelenen ülkelere çevirdiğini anlatıyor. Yeni Başkan Lula ile parlayan Brezilya'nın geçen haftaki 1 milyar dolarlık tahvil ihracı yoğun ilgi görmüş. Rusya'nın devlet tahvillerinin yanı sıra Rus şirketlerinin tahvil ihraçları da ilgi görüyor, yatırım portföylerine giriyormuş. "Peki ya Türkiye?" diyorum. "Türkiye'nin de potansiyeli büyük ama Ankara'nın manzarası bize hiç güven aşılamıyor" cevabını alıyorum.
Bingöl'de yaşanan deprem dramını içimiz burkularak izledik ve İstanbul'un ne denli büyük bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu da bir kez daha hatırlamış olduk. Yazılarını Zaman gazetesinde sürdüren değerli dostum Şahin Alpay, "Deprem ve medya" başlıklı yazısında, 'Türkiye'nin altı da üstü kadar genç, dinamik ve istikrarsız" derken önemli bir saptama yapıyor ve İstanbul bağlamında bir de önemli uyarıda bulunuyor. Şahin Alpay'ın Bingöl depremi sonrasında görüştüğü, İstanbul'daki deprem riskiyle ilgili çalışmaları araştıran ekibin başı olan Prof. Mustafa Erdik, "İstanbul'daki okul binalarının tamir ve takviyesinin" olası bir depreme hazırlık bakımından büyük öncelik taşıdığını belirtmiş. İstanbul'u depreme hazırlamak için, büyük projeleri gözardı etmeden, makul maliyetle gerçekleştirilebilecek olan okul binalarının güçlendirilmesine öncelik vermek gerçekten de çok iyi bir fikir.