Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Seçimlerin hemen sonrasında, kasım ayı başında piyasalarda oluşan aşırı iyimserlikle geçen hafta iyice açığa çıkan kötümserliğin iki ay arayla aynı ülkede yaşanmış olması ilk bakışta şaşırtıcı görünüyor ama pek de şaşırtıcı değil aslında. Hafta içinde İstanbul’da dinlediğimiz Nobel Ödülü sahibi Daniel Kahneman’ın da vurguladığı gibi, son yirmi yıl içinde adeta tanrılaştırılan "piyasalar", aslında çoğu kez rasyonel olmayan ve yeterli dayanağı bulunmayan tepkilerle beklenti oluşturuyor; çok kısa vadeli bir bakış açısıyla oluşturulan bu beklentilerin çok kısa süre içinde değişmesine, örneğin piyasalardaki aşırı iyimserliğin kısa sürede aşırı kötümserliğe dönüşmesine de fazla şaşmamak gerekiyor galiba.
Seçimler sonrasında bunun yeni bir örneğini yaşadık Türkiye’de. AKP’nin 3 Kasım’da tartışmasız bir seçim zaferi kazanarak tek başına iktidar olması, esasen iyimserlik özlemi içindeki piyasaları bir anda, amiyane deyimle, "gaza getirmeye" yetti. Seçim öncesinde yaptığı açıklamalarda, ekonomide devraldığı programı sürdürmeye niyetli olduğunu beyan eden AKP artık tek başına iktidardaydı ve önünde hiçbir engel yoktu. AKP yönetiminin IMF ile tanışma temasları da iyi geçmişti. Bu ortamda AKP hükümetine kredi açılabilirdi. Hemen seçim sonrasında faizlerin ve kurların düşmesi ve faizden sağlanacak tasarrufun nasıl harcanacağının konuşulmaya başlanması da bu aşırı iyimserliğin doğal sonucuydu. Seçimler öncesinde sıkça telaffuz edilen iç borcun nasıl çevrileceği gibi sorular ise bir anda gündemden düşmüştü.

Geçen hafta ise tamamen farklı bir havada geçti. Faizlerdeki ve kurlardaki yükseliş kaygıları artırmış, ara borçlanmalarda zorlanan Hazine’nin 22 Ocak’taki büyük itfayı nasıl aşacağı konuşulmaya başlanmış ve "Türkiye borcunu çevirebilecek mi?" sorusu yeniden gündeme gelmişti. Bu soruların ardında yatan ve aslında AKP yönetiminin niteliğini sorgulayan sorular ise şunlardı:
• AKP hükümeti, ekonomideki durumun ciddiyetinin farkında mı?
• AKP yönetimi içinde ekonomiye yaklaşım konusunda bir görüş birliği var mı?
• Başbakan Gül’ün akılcı yaklaşımı, AKP Başkanı Erdoğan’ın popülizme eğilimli çizgisiyle çelişiyor mu?
• Bu ortamda IMF ile ilişkilerde sorun çıkar mı?
• Hükümetin Irak operasyonu konusunda ABD’nin beklentilerini karşılamaması durumunda bunun IMF’nin takınacağı tavra olumsuz yansımaları olabilir mi?
• AKP yönetimi, sabırsız tabanının talepleriyle kısa vadede piyasaları tatmin edecek önlemler arasında sıkışıp ekonomiyi çıkmaza sürükleyebilir mi?
• AKP yönetimi ile askerler arasında şimdiden açığa çıkan gerilim ne gibi olumsuz sonuçlar doğurur?
Aslında bunlar iki ay önce de akla gelebilecek sorulardı. O noktada elimizdeki tek veri AKP’nin toplumdaki tepkiyi iyi değerlendirerek bir seçim zaferi kazanmış olması ve özellikle ekonomiye dönük olarak makul sayılabilecek şeyler söylemesiydi. Liderinin çapı, kadrolarının deneyimi, yönetici ekibin olaylara bütünsel olarak bakma ve analiz yapma yeteneği hakkında hemen hiçbir güvenilir bilgi yoktu elimizde. AKP’nin, tek başına iktidar olmasını en azından kuşkuyla karşılayacak kesimlerle nasıl uyum sağlayacağını da bilmiyorduk. Piyasalar, sorulması gereken bu soruları sormadan kredi açtı AKP’ye.

Şimdi gelinen noktada AKP yönetiminin, kafalarda düğümlenen ve piyasaları da etkileyen soruları gidermek için yapması gerekenlerin ipuçları aslında soruların içinde mevcut. Artık hiç vakit yitirilmeden:
• AKP’nin ekonomideki hedeflerini, 2003 bütçesiyle birlikte net şekilde ortaya koyması
• AKP liderinin ve tüm hükümet üyelerinin bu hedeflere uygun davranması, konuşması
• Ekonomik konularda muhatap alınacak yetkilinin kim olduğunun bilinmesi
• AKP yönetiminin ABD talepleri karşısındaki tavrının netleşmesi
• IMF ile görüşmelerde anlaşmayı sağlayacak bir yola girilmesi gerekiyor.
Bunlar yapılamazsa, AKP’nin felsefe olarak çok inandığı "piyasalar" AKP’ye açtığı krediyi geri aldığı gibi daha kötüsünü de yapar, bu kez de kötümser beklentileri yaygınlaştırarak hükümetin işini çok daha zorlaştırabilir.