Osman Ulagay

Osman Ulagay

oulagay@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Biz olası bir erken seçimin ekonomiyi nasıl etkileyeceğini tartışırken piyasalar ve kredi derecelendirme kuruluşu S&P, seçim kararını beklemeden, yapacağını yaptı zaten ve uygulanan programın başarıya ulaşma olasılığı iyice azaldı. Siyasi tablonun böylesine belirsizliklerle dolu olduğu bir ortamda erken seçim gerçekten gündeme gelirse ekonominin uğrayacağı zarar daha da büyüyebilir. Halen Brezilya’da yaşanmakta olanlar Türkiye’de olabileceklere ışık tutuyor.
Brezilya IMF ile mutabakat içinde faiz dışı bütçe fazlası vererek enflasyonu düşük tutmayı başaran, dalgalı kur rejiminde, 2000 yılında yaşanan Arjantin krizine karşın ekonomik büyümesini sürdüren bir ülkeydi. Toplam devlet borcu / GSMH oranı % 55’i bulmuştu ama borç servisi sorunu yoktu.
Brezilya ile ilgili olarak piyasaları düşündüren tek sorun Başkan Cardoso’nun görev süresinin bitmek üzere olması ve ekim ayında yapılacak başkanlık seçimi adayları arasında İşçi Partisi adayı olan ünlü sendikacı Lula (Luiz İnacio Lula da Silva)nın açık farkla önde gitmesiydi. Daha önce IMF karşıtı bir söyleme sahip bulunan Lula’nın seçimi kazanması halinde borç servisini aksatacağı kaygısıyla piyasalar devlet tahvili alımlarını sınırlayınca ve para sistem dışına kaçmaya başlayınca ülke parası iki ayda % 18 değer yitirdi, faiz oranları ikiye katlandı ve borcun ödenmesi yeniden sorun haline gelince Brezilya da yeni bir krizin eşiğine gelmiş oldu. Şimdi krizi önlemek için başkanlık seçimine katılacak bütün adayların borç ödemelerini aksatmayacaklarına, faiz dışı fazlayı sürdüreceklerine, ekonomiyi rekabete açmaya devam edeceklerine dair IMF’ye yazılı güvence vermelerinin gerekli olduğu belirtiliyor.
IMF desteğine Brezilya’dan daha fazla bağımlı olan Türkiye bugünkü tabloyla erken seçim ortamına girerse ve ekonominin durumuyla IMF programının geçerliliği ateşli bir tartışma konusu haline gelirse olabilecekleri siz varın hesap edin.

Milli Takımımızın Dünya Kupası’ndaki başarısı, "birileri engellemezse biz dünyayı sarsarız" görüşünü daha da popüler hale getirdi, futboldaki başarıyı diğer alanlarda da sürdürmek için neler yapmamız gerektiğini tartışmaya başladık. Başarıya hasret kaldığımız alanların başında da ekonomi geliyor kuşkusuz; ekonomide arada bir başarılı oynayıp, Kemal Derviş’in de benimsediği deyimle, "bir gol atsak" bile arkasını getiremiyoruz, 90 dakikayı başarıyla tamamlayamıyoruz ve kısa sürede yeniden kriz ortamına sürükleniveriyoruz.
Biz kamu açığımızın ve borç yükümüzün (grafikte de görüldüğü gibi) yeni bir sıçrama yaparak kritik noktaya geldiği 1999 yılından beri bu süreci IMF (Uluslararası Para Fonu) ile birlikte yaşıyoruz. IMF’nin onayladığı programları uygulayarak kamu açığını ve borcu sınırlamaya, enflasyonu düşürmeye ve ekonomimizi sürdürülebilir büyüme sürecine sokmaya çalışıyoruz, ancak bu sonuca bir türlü ulaşamıyoruz.

Kusur IMF’de mi?
Pekiyi neden olmuyor? Kusur kimde? IMF önerileri doğrultusunda hazırlanan programlarda mı? IMF bizim kalkınmamızı istemediği ya da bizi hep dışa bağımlı tutmak istediği için mi bize böyle programlar empoze ediyor? Yoksa bizim bünyemizde mi bir sorun var? Sabrımız yetmediği için mi bu programları hep yarıda bırakmak zorunda kalıyoruz?
Bu görüşlerin her birinin taraftarları var ülkemizde ama son zamanlarda kusuru IMF’de ve dış dünyada bulma eğiliminin iyice arttığını hissediyorum ben. İdeolojik gerekçelerle IMF’ye ve küresel kapitalizme karşı olanların yanı sıra, az - çok ekonomiden anlayan, iş hayatının içinde yoğurulmuş olan kimilerinin de kusuru IMF’de, Amerika’da, Türkiye’yi ucuza kapatmak isteyen yabancı sermaye çevrelerinde arama eğilimine girdiğini görüyorum, duyuyorum. Sanki bize karşı, halkımıza karşı, bir kısım yerli sermayeye karşı bir plan uygulanıyor ve IMF de bu uygulamanın orkestra şefliğini yapıyor. Bir kez bu senaryoya inandınız mı çözüm önerisi de kendiliğinden ortaya çıkıyor: Ekonomik bağımsızlığımızı ilan edelim, IMF’ye rest çekelim ya da kovalım onu, borcumuzu ödemeyelim, borca gidecek parayla da halkımıza hizmet götürelim, zordaki sanayicimize, bankacımıza destek verelim.

Faiz mi batırdı bizi?
Bu tür görüşlerin bugünkü gibi bir ortamda daha fazla yaygınlık kazanması ve ilgi görmesi çok da şaşırtıcı değil aslında. Bir kere, futboldaki başarının da etkisiyle, bizim aslında güçlü olduğumuza, ama dışımızdan birilerinin bu gücümüzü göstermemizi engellediğine inananlar hayli fazla. Ancak bunun ötesinde:
• Bizim şu anda düştüğümüz duruma düşüp milli gelirimizin neredeyse dörtte birini borç faizine ayırmak zorunda kaldığımızda bu faizi ödememek çok çekici bir seçenek gibi görünüyor. "IMF’ye boşverip şu faizi ödemezsek rahatlarız" diye düşünenler olabiliyor.
• IMF desteği çoğu kez ekonomide yapısal reform koşuluna bağlandığı için, bu yapısal reformların gerçekleşmesi halinde yaşayamayacağını anlayan firmaların ve bankaların sahipleri de, "vatan elden gidiyor" cephesinin ateşli taraftarı haline gelebiliyor.
• IMF’nin ve IMF destekli programların dünyada itibar kaybetmesi ve Brezilya gibi ev ödevini oldukça iyi yapan ülkelerin bile bir anda spekülatörlerin atağına uğrayıp krizin eşiğine gelebilmesi "biz IMF’nin her dediğini yapsak da krizden kurtulamayız" görüşünün yaygınlaşmasına neden oluyor. Bu durumda böyle bir program için toplumdan fedakarlık istemek de zorlaşıyor.

IMF’siz çıkış yolu arayışı
İşte tüm bu nedenlerle IMF desteğinden vazgeçip farklı bir çıkış yolu aramanın kimilerine giderek daha çekici göründüğü bir ortamdayız. Bu arada Arjantin’in IMF destekli programlar uygularken iflas etmesi ve borç servisi yapamaz duruma düşmesi üzerine, ülkelerin iflasını kurallara bağlayacak yeni düzenleme arayışları da gündeme gelmiş bulunuyor. Finansal piyasalarda tam serbestiye dayanan ve IMF’nin denetleyici rolüyle ayakta duran uluslararası mali düzenin ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunduğu ve değişime zorlandığı bir gerçek ama bu düzen değişikliği gerçekleşene dek mevcut düzenin kurallarının ve yaptırımlarının işlediği de bir gerçek. Bu nedenle Türkiye gibi şu anda büyük ölçüde IMF ve Dünya Bankası desteğine bağımlı olan bir ülkenin IMF ile restleşmenin cazibesine kapılıp bu yola girmesi çok daha büyük bir çıkmazın içine sürüklenmesine yol açabilir. "Canım ne olacaksa olsun, iflas edeceksek edelim" diyenler ise bu yolu savunmaya devam edebilir.

DİE’nin dün açıkladığı veriler geçen yılın dört çeyreğinde de çok ciddi bir daralma yaşayan Türkiye ekonomisinin bu yılın ilk çeyreğinde yeniden büyümeye geçtiğini gösteriyor. Açıklanan veriler beklenenlerden biraz daha iyimser bir sonuç ortaya çıkartıyor ve gayri safi yurtiçi hasılanın 2002’nin ilk çeyreğinde % 2.3’lük bir reel büyüme kaydettiğini ortaya koyuyor. Geçen yılın ilk çeyreğinde % 8.5 büyüyen tarımsal üretimde, biraz da bu nedenle % 1.5’lik bir düşüş yaşanmasına, inşaat sektöründe, mali kuruluşlarda küçülmenin sürmesine karşın imalat sanayiindeki % 2.6’lık büyümeyle ticaretteki % 3.9’luk büyüme GSYİH’deki büyümeyi sağlamış. Ancak yukarıdaki tabloda özetlenen harcamalar yöntemiyle hesaplanan GSYİH verilerine baktığımızda özel tüketimdeki küçülmenin azalmakla birlikte sürdüğünü, yatırımlardaki küçülmenin ise daha da derinleşerek vahim boyutlara tırmandığını görüyoruz. Özel kesimin makine - teçhizat yatırımlarındaki küçülme 2002’nin ilk çeyreğinde % 41’i aşmış. Durumu kurtaran ise kamu tüketimindeki artışla stok değişimindeki artış olmuş.