BU ülkede bir anda güzelden çirkine, iyiden kötüye, aydınlıktan karanlığa geçebilirsiniz. İncecik çizgilerle ayrılmıştır hayatın en derin ikilemleri. Yeni dikilen gökdelenin gölgesinde yaşayan eski gecekondu tuhaflığıdır bu. Yan yana gelemez dediğiniz pekala yan yana gelir. İç içe olmaz sandığınız, olur.
Bu zıtlıklarla yaşamayı öğrenmiş olsanız bile durum bazen öyle rahatsız edici hal alır ki bu ülkenin ne zaman gerçekten normalleşeceğini merak edersiniz. Ya da bu kadar çelişkiyle daha ne kadar, nasıl yaşanacağını!
Geçen çarşamba öğleden sonra kendimi böyle bir sorgulamanın göbeğinde buldum. İzmir-İstanbul uçuşu ve sonrasında üst üste gelen küçük küçük şeyler o soruyu sordurttu yine. Daha iyisi pekala mümkünken bu sakillik niye?
Hikaye şöyle. Saat 13’teki uçak için 12’yi az geçe havaalanına vardığımda “teknik nedenlerden” dolayı 13 uçağının 15 uçağı ile birleştirildiği anonsunu duydum. Her zaman olabilecek bir şey tabii. Özellikle kış şartlarında. Bir randevum olmadığı için o kadar da önemsemedim açıkçası.
Yine de aklıma takıldı ama. Bu iki uçağın birleştirilmesi kararı ne zaman alındı? Teknik nedenler ne? Neden e-bilet aldığınızda kısa mesaj veya eposta yoluyla sizi anında haberdar eden THY böyle bir uçuş iptali kararını bildirmez ki? Bunlar “vatandaşın üzerine vazife” sorular değil ama akla geliyor işte!
Bizdeki geleneksel uygulama şöyledir aslında: Vatandaşa tebliğ edilir, vatandaş rıza gösterir. Fazla bilgi verilmez, vatandaş da arıza çıkarmazsa iyi olur!
İyi de THY dünyada yıldızı yükselen bir şirket. Barcelona futbol takımına sponsor olacak kadar da iddialı. Son ekonomik krizde dünyanın önde gelen havayolu şirketleri ciddi darbeler aldı, THY iyi performans gösterdi. Rakamlar öyle söylüyor. Borsadaki değeri de bir yılda beş katına, yani üç milyar dolara, çıktı.
Buna karşılık da son aylarda rötar, uçağın içinde bekletme, sefer iptali şikayetleri iyice artmış görünüyor. Büyümenin sancıları mı bunlar, yoksa yönetim zaafı mı? Tamam, bırakalım bu büyük soruları, Adnan Menderes Havalimanı’na dönelim.
Bir ayrıntı: İç hatlar gidiş salonunda şarj için kullanabileceğiniz tek bir priz var. Yılda 4.5 milyon kişinin geçtiği Türkiye’nin ilk üçündeki bir salon için tuhaf bir durum. Kardeşim, yolcular da dizüstü bilgisayarlarını, cep telefonlarını şarj edip gelsinler deniyor herhalde.
Neyse saat 4 gibi İstanbul’a iniyoruz. Taksiyle Maslak’a doğru yola koyuluyoruz. Giydirme cepheli yüksek binaların arasında trafik yoğun ama akıyor. Krize inat gibi bir sürü yeni inşaat. Şantiye hali hiç bitmeyecek galiba 2010 Kültür Başkenti’nin.
O arada beyaz bir Mercedes içindeki genç şoförüyle bizim taksinin önünü kesiyor. Tehlikeli bir hareket. Bir temas olsa kaç araba birbirine girer kim bilir. Bizimki haklı olarak öfkeleniyor. “Ben ona gösteririm şimdi” diyor, eğilip torpido gözünden bir plastik sıvı sabun şişesi çıkartıyor. Mercedes’in yanına yanaşıyor, camı açıyor ve öbür arabanın camına fırlatıyor plastik şişeyi... Sonra da “kusura bakma abi” diyor bana dönüp. Ne diyeceğimi şaşırıyorum.
Akşam Türkiye’nin en değerli takımının girmesi de çıkması da zor stadındayız. Tribünde Ramiz Dayı tarzı yazılmış bir pankart. “Mesele Erman’ların gönderilmesi değil, mesele kasapların önlenmesi kardeş” gibi bir şey yazıyor. Maç bitiminde güç bela bir taksi buluyoruz. Trafik sıkışık ama bir Renault şartları zorluyor. Yine gençten bir şoför. Bizim şoför ”Abi siz olmasanız yapacağımı bilirdim” diyor. Beş saat önceki sahnenin aynısı sanki. İrkiliyorum.
Mesele gökdelendeki ışık değil, gecekondudaki öfke meselesi galiba kardeşşş!