Ortadoğu hep zihinleri karıştıran çelişkilerle dolu bir bölge olmuştur. Ama şu andaki durum, gerçekten her zamandakinden daha karışık.
Suriye ve Mısır’daki son olayların içyüzü kadar, bu gelişmeler karşısında bölge ülkelerinin ve örgütlerinin aldığı tavrı anlamak çok zor. Arap dünyası bu konularda o derecede bölünmüş ki, kimin hangi nedenlerle kimden yana veya kime karşı olduğunu sezmek hiç de kolay olmuyor.
***
Önce Suriye tablosuna bakalım:
Uluslararası topluluğun önde gelen büyük güçler bir yana, bölge ülkelerinin ve örgütlerinin tutumları oldukça çelişkili. Beşar Esad’a “savaş alanında” fiilen en büyük desteği veren, Hizbullah. İran desteğindeki bu örgütün savaşçıları sayesinde Esad’ın ordusu son zamanlarda bazı önemli askeri kazançlar elde edebildi.
Hizbullah, Lübnan’da siyasi ve askeri bir varlık gösteren Şii mezhebine mensup radikal İslamcı bir örgüt. Lübnan’daki Sünniler Hizbullah’ın tutumundan hoşnut değil. Geçen hafta Beyrut’ta örgütün merkezine karşı girişilen kanlı saldırının Sünni militanların işi olduğu belirtiliyor
Hizbullah güçlerinin Suriye’de savaştığı “düşman” Esad’ı devirmeye çalışan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO). Bunların içinde de İslamcılar var.
Bir ara Türk diplomasisinin bölgemizdeki sorunlarla ilgili yaklaşımı, Ankara’nın arabulucu olarak devreye girmesini sağlıyordu. Gerçekten Türkiye birçok meselede (Suriye-İsrail, Irak-Suriye, İran-ABD, Afganistan-Pakistan, Irak’ta ve Lübnan’da Şii- Sünni gibi uyuşmazlıklarda) arabulucu veya “kolaylaştırıcı” rollerini üstlenmişti.
Bu yoğun faaliyeti nedeniyle biz o zaman arabuluculuğun Türk dışişlerinin adeta yeni bir “sektör”ü haline geldiğini ve bu sayede Türkiye’nin uluslararası diplomaside önemli bir yer aldığını yazmıştık.
Bölgedeki son olaylarda ne yazık ki bu şans kayboldu. Irak, Suriye ve şimdi de Mısır krizlerinde Hükümet’in izlediği politika, Ankara’nın arabulucu veya kolaylaştırıcı rolü oynamasına imkân bırakmadı.
İktidar, bu sorunlar karşısında “ilkeli” bir tavır almayı tercih etti ve bu kıstası benimserken de, sonuçta taraf tuttu, hatta bazı uyuşmazlıklarda bizzat taraf oldu.
“İlkeli duruş”
Kuşkusuz dış meseleler karşısında ahlâki değerleri, hukuku, meşruiyeti esas alan bir politika izlemek, doğrudur ve yerindedir. Ancak böyle “ilkeli bir duruş” sergilemek ile Türkiye’yi de “sorunun bir parçası” haline getiren angajmanlara girmek farklı şeylerdir.
Mısır’ın şimdiki trajik duruma düşmesinde ideolojik uyuşmazlıktan iktidar kavgasına kadar çeşitli nedenler akla gelebilir. Ama temelde -tek kelimeyle ifade edebileceğimiz- belirleyici bir faktör var: o da, tahammülsüzlük...
Eğer Arap Baharı ile birlikte demokrasi umutlarının yeşerdiği bir dönemde Mısırlılar siyasi gelecekleri konusundaki tutumlarında bu kadar ayrışmasalardı ve birbirlerine karşı bu kadar zıt gitmeselerdi, şimdiki kanlı bıçaklı duruma gelmezlerdi.
Oysa geçen temmuz ayına kadar işler -birçok sorun ve aksamalara rağmen- yolunda gidiyordu.
Bir yıllık Mursi iktidarından memnun olmayan, şikâyet eden çok kişi vardı. Bunlar -büyük sayıda- Tahrir Meydanı’nı doldurdular, Müslüman Kardeşler’in (İhvan) politikalarından duydukları kaygıları dile getirdiler ve sonunda Cumhurbaşkanı Mursi’nin istifa etmesini istediler.
Mursi’nin bu taleplere karşı tepkisi kesin ve sert oldu. Seçilmiş, meşru bir lider olarak, işine bildiği gibi devam etmeye kararlı idi. Kendisini geniş bir kitlenin desteklediğinden de emindi. Nitekim Tahrir Meydanı’nda toplanan laik-liberal eğilimli yüz binlere karşı, Kahire ve diğer kentlerdeki meydanlarda milyonlarca İhvan destekçisi bir araya geldi.
Mısır’da darbe rejiminin protestoculara karşı giriştiği kanlı müdahaleden sonra ne olacak? General Sisi kaba kuvvetle halkı sindirme politikasını daha ne kadar sürdürecek?
Ona kim “dur” diyecek?
Yüzlerce kişinin hayatına mal olan “Kara Çarşamba”nın ardından ortaya çıkan tablo, hiç de umut verici değil. Mısır bu olaylarla gerçekten yakın tarihinin en dramatik ve karanlık dönemini yaşıyor.
Bu durumu ne değiştirebilir? Ülkenin kaostan kurtulması ve siyasi normalleşme sürecine girmesi için hangi dış ve iç faktörler etkili olabilir?
Dışta akla ilk gelen, “uluslararası topluluk”tur. Son günlerde Türkiye’de bundan çok söz edildi. Türk yetkililer uluslararası topluluğu Mısır’da olup bitenler karşısında suskun ve hareketsiz kalmakla suçladı. Doğrudur, darbeden sonra çoğu dış ülkelerin takındığı ilgisiz veya mesafeli tavır, Sisi yönetimine, Mursi yanlılarına karşı hunharca davranma cesaretini verdi.
Dış etkenler
Dünkü yazımızda bir süreden beri Suriye’den Mısır’a, Irak’tan Lübnan’a kadar Ortadoğu politikasında birtakım aksamaların ve sıkıntıların yaşanmakta olduğunu belirtmiştik.
Hükümetin başta büyük umutlarla yürüttüğü bu politikada son zamanlarda karşılaşılan sorunlar ve başarısızlıklar, bu yeni durumun nedenlerinin iyice incelenmesini gerektiriyor.
Hemen belirtelim ki, bu olumsuzlukların tüm kabahatini Türkiye’ye yüklemek haksızlık olur. Tabii ki bölgesel ve küresel konjonktürün de Türkiye’nin karşılaştığı sıkıntılarda payı var.
Örneğin Arap Baharı’na kadar Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri “stratejik ortaklık” noktasına ulaşmışken, bu ülkedeki ayaklanmadan sonra Esad yönetimi ile bir çatışma aşamasına girilmiştir.
Aynı şekilde son dönemde Mısır dahil, diğer bölge ülkeleriyle de iyi giden ilişkiler bozulmuştur.
İlk bakışta bu değişiklik, Arap Baharı ile ilintili görülebilir. Ancak bunda önemli olan, Türk Hükümeti’nin bu yeni gelişmeler karşısında nasıl bir tavır aldığı, tercihlerini ne yönde kullandığıdır.
İki Türk pilotunun Lübnan’da kaçırılması, Ankara’nın Ortadoğu politikasında son zamanlarda karşılaştığı sıkıntılar zincirinin son halkasını oluşturuyor.
Bu olayı, Suriye’den Mısır’a, Irak’tan Somali’ye kadar yaşanan sorunlardan soyutlamak mümkün değil. İki THY pilotuna karşı Beyrut’ta girişilen saldırı, hükümetin izlediği bölge politikasının yansıttığı karanlık tablonun bir parçası...
Bütün işaretler, iki pilotun kaçırılması olayının arkasında, Türkiye’yi 9 Lübnanlı Şii’nin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) tarafından kaçırılmasından sorumlu tutan güçlerin bulunduğunu gösteriyor. Bu güçlerin de Şam destekli Hizbullah’ın bir kolu olduğu söyleniyor.
İki pilotu kaçıranlar -daha önce bir Türk işadamının kaçırılması olayı gibi- bu işi Türkiye’yi 9 Şii rehine konusunda ÖSO’yu sıkıştırması için de yapmış olabilirler, Ankara’yı Suriye politikası nedeniyle zor duruma düşürmek veya cezalandırmak için de... Sonuçta, Türkiye Suriye krizine bulaşmasının bir yan etkisi olarak, şimdi Lübnan’da sıkıntılı bir duruma düşmüş bulunuyor.
Yanlış hesap
Hükümetin Suriye politikasının yarattığı başka sıkıntılar gün geçtikçe ortaya çıkıyor. Türkiye, Esad’a karşı aldığı “ilkesel tavır’da yalnız
Dünkü “Milliyet”in Dış Haberler sayfasında yayınlanan “Arap Sonbaharı” başlıklı bir yazıda, Arap ülkelerindeki ayaklanmaların nereden nereye geldiği anlatılıyordu. Ne yazık ki ortaya çıkan tablo hayal kırıcı. Bu ülkelere demokrasi gelmediği gibi, istikrar da gitti...
Bu köşede 27 Temmuz’da yayımlanan bir yazımızda, Arap coğrafyasında “tersine domino etkisi”nin başladığını belirtmiştik. Tunus’la başlayan değişim hareketinin, Mısır’a ve Libya’ya yayılması, bu hareketin kısa zamanda bir “domino etkisi” ile bütün Arap coğrafyasını etkisi altına alacağı ümit edilmişti.
Oysa şimdi manzara “domino etkisi”nin tersine döndüğünü, diktatörlerin devrildiği ülkelerin demokrasiden çok istikrarsızlığa ve çatışmalara sahne olduğu, diğerlerinde ise eski yönetimlerin kan dökerek iktidarda tutunmaya çalıştığı görülüyor.
Peki Arap Baharı şu ana kadar neden başarılı olamadı?
Bu bir süreç...
1) Arap ülkeleri genelde hep otokratik rejimler tarafından yönetilmiştir. Buralara bir çırpıda özgürlükçü demokrasinin gelmesini beklememek gerek. Bu coğrafya, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte demokrasiye geçmeyi başaran Doğu Avrupa ülkelerinden sosyal yapı, kültür, gelenek, siyasi birikim,
Türkiye’de her olumsuz olayın arkasında bir “yabancı parmağı” veya “dış mihrak” aramak adeta huy haline geldi. İster içeride, ister dışarıda olsun, ortaya çıkan sorunlar ve sıkıntılar karşısında, çeşitli kesimlerin ilk refleksi, bu durumların nedenini dış güçlere yüklemek oluyor.
Genelde bunun için gösterilen gerekçe de şudur: Türkiye giderek gelişiyor, bölgesel, hatta küresel bir güç oluyor. Dışarıda bundan rahatsız olanlar var. Bu mihraklar fırsat buldukça Türkiye’yi zayıflatmaya, onun önünü kesmeye çalışıyorlar. Bunu başarmak için de zaman zaman “taşeron” kullanıyorlar...
Son zamanlarda bu tür değerlendirmelerin giderek yaygınlaştığı ve bir “komplo kompleksi”nin gelişmekte olduğunu görüyoruz.
***
Bunun son örneklerinden biri, Somali’deki Türk Büyükelçiliği’ne karşı girişilen saldırı ile ilgili.
Bir polisin şehit olmasına ve üç görevlinin de yaralanmasına yol açan bu saldırıya, hemen El Şebab adlı terör örgütü sahip çıktı. El Kaide’nin Somali’deki uzantısı olan bu radikal İslamcı örgüt, 14 bin kişilik “mücahit” gücü ile, ülkenin güney bölgesine hâkim olmuş durumda. Başkent Moğadişu’da da gerek hükümet güçlerine, gerekse BM tarafından barışı korumakla görevlendirilen