AKP’nin kapatılması davası, Erdoğan hükümetini bundan sonra izleyeceği politikalar bağlamında, bir yol kavşağına getirdi: Ya tamamen bu davaya odaklanıp partinin kapatılmasını önleyecek siyasal ve hukuki önlemlerle meşgul olacak veya yargı süreci devam ederken esas devlet işlerine, bu arada reform programına, ekonomiye, dış politikaya ağırlık verecek...
Geçen günkü yazımızda belirttiğimiz gibi, İstanbul’da Türkiye-AB ilişkileri üzerinde düzenlenen Wilton Park Konferansı’nda, Avrupalı yetkililer ve aydınlar, ikinci şıkkın tercih edilmesinin yararları üzerinde durdular. Buna benzer tavsiyeler çeşitli yabancı başkentlerdeki siyasi çevrelerden ve basından da geldi...
Ama en önemlisi tabii, Başbakan Erdoğan’ın Stockholm’den verdiği mesaj oldu: Türkiye yapılması gereken acil neler varsa yapacak...
Bu, Başbakan’ın İsveç ziyaretine başlamadan önce söylediği “Biz işimize bakacağız” tarzındaki sözlerini de teyit ediyor.
Diğer bir deyişle, AKP yönetimi Anayasa Mahkemesi’nin açtığı yargı süreci sırasında, ivedi devlet işlerini ihmal etmeyecek, hatta bunlara öncelik verecek.
Olumlu veya olumsuz...
Bu yerinde bir karardır. Açıkçası, bu dava konusu ortaya çıktığı zaman, içeride olduğu kadar dışarıda da birçok çevreler “Bundan sonra Türkiye tamamen bu konu üzerinde kilitlenecek, başka meselelerle doğru dürüst meşgul olamayacak, gerekli adımları da atmayacak” diyordu...
Başbakan’ın sözleri ve Ankara’dan bu yönde gelen haberler, bu kuşkuları dağıtıyor. Tabii yeter ki, fiiliyatta da bunun arkası gelsin. Bir Avrupalı parlamenterin dediği gibi, “301. madde gibi reformlar üzerinde daha önce de çok söz verildi, ama uygulanmadı. Bakalım bu kez nasıl olacak?”
Bu tür ifadeler Türkiye’yi yakından izleyen yabancı çevrelerde duyulan şüpheleri yansıtıyor. Bunun bir nedeni son zamanlarda Türkiye’nin, AB ile hüküm süren soğukluğun da etkisiyle, beklenen reformları göz ardı etmesidir.
Ama onlar da kabul etmeli ki, hükümetin ve parlamentonun (ve genelde kamuoyunun) AB konusunda isteksiz davranmasının nedeni, özellikle Fransa ve Almanya gibi bazı etkin üyelerin Türkiye’nin üyeliğine karşı sergilediği -ve zaman zaman bütün topluluğu da peşinden sürükleyen- olumsuz tavırları. Bu durum dün Başbakan Erdoğan’ı AB’ye artık tutumunu net olarak ortaya koyması yönünde yeni bir çağrıda bulunmaya sevk etti.
Daha açık bir deyişle, verilen mesaj şu: Bizi istiyorsanız, devam edelim, biz kararlıyız. Ama istemiyorsanız, açık konuşun, o zaman da biz kendi yolumuzda devam ederiz...
AB ile veya AB’siz...
Burada önemli olan husus, Ankara’nın reformları hayata geçirmek konusunda ne kadar samimi ve kararlı olduğudur. “Biz bunları AB istediği için değil, halkımız hak ettiği için istiyoruz” laflarını hep duyduk. Ama açıkçası, “AB motivasyonu” olmadığı veya zayıfladığı dönemlerde, bu yönde pek bir hareket de göremedik...
Şimdi de, reformların tekrar ele alınacağı sinyallerinin verildiği bir sırada, bunun AB’nin zoruyla yapıldığını, bunun da bir teslimiyet olduğunu söyleyenler var.
Oysa önemli olan, Türkiye’yi çağdaş standartlara kavuşturacak düzenlemelerin -yani halkın hak ettiği ve beklediği değişikliklerin- yaşama geçirilmesidir.
Aslında hükümetin ve Meclis’in (ve diğer ilgili kurumların) yapması gereken şey, kapsamlı bir reform paketini ele almaktır. Yoksa bir Avrupalı analistin deyişiyle, “alakart” (yani seçmece) birkaç değişiklik değil...