Sami KOHEN
KÖRFEZ krizinin, "şimdilik" kaydı ile de olsa, savaşsız atlatılabilmesinden, ilgili tüm ülkeler bir pay çıkarıyor.
Kuşkusuz, eğer BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Güvenlik Konseyi'nden son dakikada aldığı yetki ile, Bağdat'a gitmeseydi, belki de şu sırada bombardıman başlamış olacaktı.
Doğrusu askeri müdahalenin önlenmesinde birinci "başarı ödülü"nü hakeden, Ganalı diplomattır.
Ancak, Kofi Annan'ın bu sonucu almasında, kriz boyunca "sopa ile havuç" diplomasisinin birlikte yürütülmesinin büyük rolü vardır.
Eğer ABD ısrarla, "sopa"yı göstermeseydi - yani Körfez'de yığdığı askeri gücü kullanmak konusundaki kararlılığını sürekli olarak sergilemeseydi -
sadece diplomasi ile bir yere varılamayacak, Saddam Hüseyin dünyaya meydan okumaya devam edecekti...
Eğer sorunu diplomasi yolu ile halletmek isteyen ülkeler, sadece bu inançla "havuç"u göstermekle yetinseydi, ABD'nin hava saldırısı çoktan başlamış olacaktı...
Demek ki bu uzlaşmanın gerçekleşmesinde, ABD'nin "sopa"yı, diğer ülkelerin ise "havuç"u aynı zamanda göstermeleri etkili olmuştur. "Diğer ülkeler" derken, bunların başında Rusya ve Fransa geliyor.
Deneyimli Rus Dışişleri Bakanı Primakov'un kişisel çabalarının yanında, Fransız diplomasisinin girişimleri, gerçekten Kofi Annan'ın "son darbesi" ile sonuca varılması için gerekli ortamı yaratmış oldu. Buna tabii, Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek gibi Arap dünyasının önde gelen liderlerinin Saddam'ı ikna etmek için sarfettiği çabaları da eklemek gerek...
* * *
YA Türkiye'nin katkısı?
Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in deyişi ile, bu işte Türkiye'nin de
"mütevazi" bir katkısı oldu tabii.
Kofi Annan'ın Bağdat'a gitmeden önce Cem'e takdirlerini bildirmesi, Türkiye'nin bu konudaki katkısının da gözden kaçmadığını gösteriyor.
Ama Türkiye için esas kazanç, krizin bir savaşa dönüşmesinin önüne geçilebilmiş olmasıdır.
Açıkçası eğer askeri müdahale olsaydı, Türkiye - belki de diğer birçok ülkeden fazla -
gene bundan büyük zarar görecekti. Sadece maddi kayıp değil, aynı zamanda siyasal ziyan...
Ankara bunu bildiği için, baştan ihtiyatlı ve dengeli bir politika izlemeye özen gösterdi. Diplomasi yolunun sonuna varılmadan, kesinlikle askeri seçeneğe başvurulmaması gerektiğini savundu. Bunu da her fırsatta ABD'ye ve diğer müttefiklere bildirdi. Türkiye bu noktadan hareketle, diplomasi yolu ile krize çözüm bulunması için, Saddam'ın kayıtsız şartsız BM kararlarına uyması zorunluğunu vurguladı. Bu yönde de Bağdat'a çağrı üstüne çağrı yaptı. Cem'in Bağdat misyonu da, zaten bu çağrıyı şahsen Saddam'a iletmek önceliğini taşıyordu...
* * *
ŞİMDİ herkes "kriz sonrası dönem"i tartışıyor.
Umarız kriz sonrası süreç (daha önce olduğu gibi)
yeni bir kriz dönemi daha olmaz! İşlerin nihayet yoluna gireceğini varsayarak, Türkiye'nin bundan sonra neler yapabileceğini şimdiden düşünmek lazım.
İsmail Cem, Bağdat'a götürdüğü paketin ikinci kısmını bölge ülkelerine açmayı planlıyor. Bu amaçla bugün Amman'a gidiyor. Bunu ilerde diğer Körfez ülkelerini ziyaretler izleyecek.
Paketin içerdiği önerilerden, "Irak'a ambargonun kaldırılmasına katkıda bulunmak" fikri gerçekçidir ve zaten, anlaşılan, Kofi Annan tarafından da artık gündeme getirilmektedir.
Diğer düşüncelere gelince, örneğin bölgede AGİT tipi bir "güvenlik ve işbirliği sistemi"nin kurulması gibi öneriler günün koşulları içinde
"arzu edilen, ama uygulama şansı olmayan" fikirlerdir.
Bugünkü ortamda, bölgenin dehşet silahlarından arındırılmasından söz etmek, doğrusu akademik (ve de ütopik)
bir sohbetin ötesine gitmez. Bunun masaya yatırılmasını daha "mutlu yarınlar"a bırakmalı...
Yazara EmailS.Kohen@milliyet.com.tr