AB Komisyonu’nun Ankara temsilcisi Marc Pierini, basın özgürlüğünün AB’nin standart kriteri olduğuna dikkat çekerek, ‘Bize göre medyanın yargılarına tarafsız bir şekilde varabilmesi ve kaynaklara eşit şekilde ulaşabilmesi önemlidir.
Bu tabii ki siyasetçiler açısından nahoş olabilir. Ama durum budur’ dedi
Başbakan Erdoğan’ın basına dönük sert eleştirileri AB tarafından yakından izlenmeye devam ediyor. Basın özgürlüğü konusunun Türkiye ilerleme raporlarının “standart konularından biri olarak kalacağını” belirten AB Komisyonu’nun Ankara temsilcisi Büyükelçi Marc Pierini, “Bize göre medyanın yargılarına tarafsız bir şekilde varabilmesi ve kaynaklara eşit şekilde ulaşabilmesi önemlidir. Bu tabii ki siyasetçiler açısından nahoş olabilir. Ama durum budur” diye konuştu.
Bunu söylerken Başbakan Erdoğan’ın ismini telaffuz etmekten kaçınan Pierini, Türk-AB ilişkilerindeki son gelişmelerinden Ergenekon davasına kadar uzanan birçok konuda sorularımızı yanıtladı.
Son dönemde bazı gelişmeler oldu. Egemen Bağış Başmüzakereci olarak atandı. Başbakan Erdoğan 4 yıllık bir aradan sonra Brüksel’e gitti. Bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Pierini: Bundan dört hafta önce konuşuyor olsaydık her şeyin olumsuz yolda ilerlediğini söylerdim. Fakat bu arada çarpıcı bazı kararlar alındı. Önce 31 Aralık’ta Ulusal Programınız yayımlandı. Ardından yeni Başmüzakereci atandı ki tek işi AB dosyası olacak. Tabii bizim için burada şahsiyetler hiçbir zaman önemli değildi. Komisyon olarak Dışişleri Bakanı ile çok iyi ilişkilerimiz vardı ve bu da artarak devam edecek çünkü ele alınan konuların sayısı artıyor. Ancak bu atama, dosyada ilerleme sağlamak için çok önemlidir.
‘Başbakan’ın Brüksel ziyareti tam zamanında gerçekleşti’
Başbakan’ın Brüksel’de ziyareti nasıl bir etki yarattı?
- Bu daveti Komisyon Başkanı Barrosso buraya geldiğinde yapmıştı. Bunun gerçekleşmesi çok önemliydi. Çünkü müzakerelerde istim bitecekti. Bu nedenle durumun ne olduğunu anlamak istedik. Avrupa Parlamento’sunda da “Orada neler oluyor?” şeklinde sorular sorulmaya başlanmıştı. Türkiye’nin hâlâ konuyla ilgili olup olmadığı merak ediliyordu. Bu nedenle, ziyaret tam zamanında gerçekleşti. Ziyaret sırasında da duymak istediklerimizi duyduk. AB üyeliğinin Türkiye için bir devlet politikası olduğu hususunun teyidini aldık.
Başbakan’ın iki bakanla gelip AB’nin devlet açısından öncelikli bir konu olduğunu söylemesi bu nedenle çok önemliydi. Tabii teknik sorunlar hâlâ yerinde duruyor. Bunlar da Sayın Bağış atandı diye birden bire ortadan kalmayacak. Ancak en azından Başbakan’a yakın olan bir muhatabımız var şimdi. Özetle, verilen siyasi mesaj açısından yeni bir durumla karşı karşıyayız.
Bu arada ister Kafkaslar, ister Ermenistan, ister Suriye-İsrail, ister Gazze, ister Nabucco, ister G-20’ler, isterse Güvenlik Konseyi olsun, Türkiye’nin tüm sıcak konuların odağında olduğu görüldü. Bunlar belki mevcut sorunları çözmüyor, ama kamuoyumuz ve politikacılarımız açısından Türkiyeli bir AB’nin veya Türkiyesiz bir AB’nin ne anlama geleceğine dair bir fikir veriyor. Türkiye’nin üyeliğinin stratejik boyutu farklı bir ışıkta değerlendiriliyor artık.
‘Makineyi yürütecek olan yakıt Türkiye’deki reformlar’
Sayın Erdoğan Brüksel’de, her dönem başkanlığında sadece iki müzakere başlığının açılmasının Türkiye ile oyun oynanıyormuş görüntüsünü verdiğini belirten ifadeler kullandı. Ne dersiniz buna?
-Komisyon mevcut müzakere çerçevesi içinde kalıyor ve oyun oynamıyor. Onun için fasıllar hazır oldukça açılıyor. Öte yandan her dönem başkanlığında sadece iki faslın açılması yönünde herhangi bir karar yok. Kaldı ki Almanya’nın dönem başkanlığına üç fasıl açıldı. Fakat teknik sorunlar olduğunu da biliyoruz. Biz şunu söylüyoruz. Bu süreçte makineyi yürütecek olan yakıt Türkiye’deki reformlardır. Bu reformlar yapıldığında Komisyon’un görevi bunları üye ülkeler nezdinde savunmaktır. Fakat bu yakıt yoksa o zaman makine yürümez. Bizim de endişemiz buydu. Ancak durumun şimdi değiştiğini görüyoruz.
‘AB konusunda asgari ulusal mutabakat şart’
2009 için umutlu görünüyorsunuz, ama bazıları bunun “yap veya boz” yılı olacağını söylüyor?
-Bunu teatral buluyorum. Biz bunu bir yap veya boz yılı olarak görmüyoruz. Zorluklar elbette ki var. Ancak onlarla başa çıkabilecek durumdayız. Komisyon olarak biz burada bir devamlılık görüyoruz. Bu arada yeni Devlet Bakanı ve Başmüzakereci’nin muhalefetle konuşmaya başladığını da görüyoruz. Çeşitli devlet birimleri ve sivil toplum örgütleriyle görüşeceğini de biliyoruz. AB konusunda asgari bir ulusal mutabakat sağlanırsa Türkiye’nin üye ülkeler nezdinde ki konumu çok daha güçlü olacaktır.
Erdoğan Brüksel’de, “Enerji faslını açmazsanız Nabucco ile ilgilenmeyiz” anlamına gelen sözler de sarf etti. Daha sonra düzeltti bu söylemi ama bunu söylemiş olması hoşnutsuzluk yarattı mı?
-Biz, bize resmi toplantılarda söylenene bakarız. Orada da bu konuda söylenen dramatik bir şey yok. Türkiye’nin bu konuda işbirliği yapmak istediği açık. Başbakan’ın sözlerine gelince şunu demeye çalıştığını düşünüyoruz: “Nabucco konusunda işbirliğine hazırız ancak siz de Türkiye’nin bir demokrasi olduğunu anlayın. Bu açıdan halkımıza ‘hem kendi, hem de Avrupa’nın enerji sorununu çözmeye çalışıyoruz ama kusura bakmayın, enerji faslını açamayacağız’ dememiz zor. Kaldı ki sorunun ne olduğunu da bilmiyoruz.” Bunda belli bir haklılık payı da var. Onun için bu konuya bakmamız gerekecek.
‘Ergenekon davasını hukukun üstünlüğü açısından izliyoruz’
Hukukun üstünlüğü kavramı ilerleme raporlarınızda önemli bir yer tutuyor. Bu çerçevede Ergenekon davası sizin için ne ifade ediyor?
-Biz davanın kendisini izlemiyoruz. Bunu hukukun üstünlüğü açısından simgesel değeri için izliyoruz. Onun için bir sonraki izleme raporumuza kadar Ergenekon konusunda bir açıklamada bulunmayacağız. Ancak bu dava, hukukun üstünlüğünün normal hukuksal prosedürler çerçevesinde garanti edilip edilemeyeceğini görmemiz açısından çok önemli.
Bunun, Türkiye’de hukukun üstünlüğünü değerlendirirken Komisyon açısından örnek bir dava olduğu söylenebilir mi?
-Elbette. Bu dava aynı zamanda Türkiye’nin dış imajı açısından da önemli.
Bu çerçevede Dink davası için ne diyorsunuz?
-Aynı şeyleri. Tabii o davada aynı zamanda hukukun üstünlüğü ilkesi ile dini özgürlüklere saygı ilkesi kesişiyor.
Deniz Feneri davası ve yolsuzluklarla mücadele
Yolsuzlukla mücadele de ilerleme raporlarının önemli bir başlığı. Sizce Almanya’da görülen Deniz Feneri davasının Türkiye’deki uzantısının da soruşturulması gerekmiyor mu?
-Yolsuzluğa karşı bazı adımlar atıldı. Biz müzakere sürecinde belli bir davayı ilgilendirmeyen, fakat ilkelerle ilgili olan bazı adımların atılmasını istedik. Bunların yapılıp yapılmayacağını göreceğiz. Öte yandan, bir üye ülkede görülen bir yolsuzluk davası ile bunun Türkiye’deki uzantıları söz konusu iki ülke arasındaki hukuki işbirliğini ilgilendiren bir husustur. Biz özel davalar konusunda açıklamada bulunmuyoruz.
Ancak bir AB üyesindeki bir davanın başka bir AB üyesinde uzantısı varsa, ikinci ülkenin o konunun üzerine gitmesi hem ahlaki hem de hukuki bir sorumluluk değil mi?
- Evet, öyle diyebilirsiniz
‘Ruhban Okulu meselesinin simgeselliği çok büyük’
Azınlık konusuna da önem veriyorsunuz. Sizce Ruhban Okulu veya azınlık vakıfları gibi aslında Türkiye’de çok az insanı etkileyen konulara saplanmak, Kürtçe yayın ve Alevi açılımı gibi milyonlarca insanı ilgilendiren çok daha önemli konulardaki gelişmeleri gölgelemiyor mu?
- Yaşanan onca zorluklar ve tartışmalardan sonra TRT 6 ile üniversitelerde Alevi dini ve kültürünün öğretilmesi gibi gelişmeleri çok önemli görüyoruz. Fakat Avrupa başkentlerindeki algılarla, Ankara, İstanbul veya Diyarbakır’daki algılar hiçbir zaman aynı olmayacak. Ruhban Okulu meselesi Türkiye’de çok küçük bir kesimi ilgilendirse de simgeselliği çok büyük. Bu da siyasi hayatın bir gerçeği. Bu arada, tabii, Avrupa’da Ortodoks ve Süryani kökenli milletvekilleri var. Onların da etkisi oluyor.
Bu nedenle, Türkiye’de nispeten önemsiz görünen bir konu bizim demokratik ortamımızda büyük önem kazanabiliyor. Komisyonun rolü ise bu meseleleri doğru perspektife oturtmaktır. Örneğin Nâzım Hikmet konusu. Avrupa’da Nâzım Hikmet’i tanıyan siyasetçilerin sayısı 10’u geçmez. Onun için Nâzım Hikmet’in vatandaşlığının iade edilmesinin kamuoyu üzerinde bir etkisi yok. Öte yandan, aynı önemde başka gelişmeler var ve bunlar etki yaratıyor. Örneğin, “Ermenilerden özür kampanyası” konusunda açılmak istenen davanın, düşünce özgürlüğüne atıfla reddedilmesi. Veya DTP’li milletvekilin “Sayın Öcalan” davasında beraat etmesi. Bunlar Türkiye’de bir şeylerin değiştiğini gösteriyor. Size temin ederim ki Ermenistan ile ilişkiler gelişir ve örneğin sınır açılırsa, bu da Avrupa’da devasa bir psikolojik etki yaratacaktır.
‘Gül’ün açıklaması yararlı oldu’
Türkiye’de arttığı söylenen antisemitizm konusundaki görüşleriniz nedir?
- Kendi tarihimiz bize bu konuda müteyakkız ve dikkatli olmamızı öğretti. Türk Musevileri de bu ülkede barışçıl bir yaşam sürdürmüşlerdir. Burada ilk öncelik - ki AB ve Türkiye olarak bu konuda birlikte çalışıyoruz- Gazze’deki ateşkesi kalıcı kılmaktır. O sağlanırsa bu kötü hislerin de dağılacağını umuyoruz. Komisyon olarak, en kötü ortamda ortaya çıkmış bir durum hakkında hemen yargıya varmak da istemiyoruz. Önce yetkililerin ortamı yatıştırmak için ne yaptıklarını görmemiz lazım. Bu açıdan Cumhurbaşkanı Gül’ün açıklaması yararlı olmuştur. (Cumhurbaşkanı Gül, Radikal gazetesinde yazısı çıkan ve antisemitizm konusunda kaygılarını dile getiren Musevi kökenli psikolog Leyla Navaro’yu arayarak kendisine güvence vermişti)
‘Basın özgürlüğü ilerleme raporlarının standart konusu’
2008 İlerleme Raporu’nuz “Kıdemli yetkililerin, özellikle yolsuzluk iddiaları ve terörle mücadeleyle ilgili haberler konusunda basını sert bir şekilde eleştiren sözleri olmuştur” deniyor. Bu sözler ışığında Başbakan Erdoğan’ın basının boykot edilmesi için önceki gün yinelediği çağrıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Siyasi kriterlerimizin kilit bir zorunluluğunu temsil eden bu konuya gereken ilgiyi gösteriyoruz. Ancak sarf edilen her söz konusunda fikir beyan edemeyiz çünkü bu bizi içerde yürütülen bir tartışmanın tarafı yapar. Bu ise bizim görevimiz değil. Tabii kültürel farklılıklar olabiliyor. AB üyesi ülkelerdeki bazı yayınlar ve karikatürler, kanaatimce, Türkiye’de hakaret olarak algılanır. Onun için farklı gelenekler var. Fakat bu konuda tek bir standart var. Bu da basın özgürlüğüdür. Bize göre medyanın yargılarına tarafsız bir şekilde varabilmesi ve kaynaklara eşit bir şekilde ulaşabilmesi önemlidir. Bu tabii ki siyasetçiler açısından nahoş olabilir. Ama durum budur. Onun için bu konu ilerleme raporlarımızın standart konularından biri olarak kalacaktır.