Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Avrupa’nın kimliğini konu eden bir konferans için perşembe gününü Letonya’nın başkenti Riga’da geçirdik. Türkiye Büyükelçiliği’nin de katkılarıyla gerçekleşen konferansın katılımcıları arasında, çeşitli Avrupa ülkelerinde kendilerine isim yapmış olan yazar, felsefeci, gazeteci, akademisyen, politikacı ve diplomatlar vardı.
AB perspektifinden dolayı Avrupa ve AB’nin kimliği konusu Türkiye’de de çok tartışılıyor. Başta Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’ninki olmak üzere, Türkiye’nin Avrupalı olmadığına dair kanaatler bu tartışmayı daha da hararetlendiriyor.
Türkiye’nin Ortadoğulu bir ülke olduğu görüşü -ki bu bizce kısmen doğrudur- birçok Türkü rahatsız etse de “Avrupalı olmanın” ne anlama geldiğini pek tartıştığımız yok. Avrupa’nın bir tür “Hıristiyan kulübü” olduğuna dair kanaat ise, AB karşıtlarının veya Sarkozy gibilerine kızanların sık sık kullandıkları bir argümandır.

Avrupa’nın sınırları
Başta Letonya’nın eski Cumhurbaşkanı ve halen AB’nin geleceğine dair fikirler üretmek için kurulun “bilge kişiler” grubunun üyesi olan Vaira Vike-Freiberga olmak üzere, konferansa katılanların sunumlarından, kendilerini “Avrupalı” olarak gören kişilerin dahi, “Avrupa’nın kimliği” konusunda ortak bir tanıma varamadıklarını gördük.
Her şeyden önce “Hıristiyan Birliği” argümanına bakarsak, ortada bir “Hıristiyan” olgusu olduğu kesin. Ancak Avrupa’nın tarihi ve kültürü kesinlikle bir “birlik” görüntüsü vermiyor. Verdiğine inananların ise Katoliklerle Protestanlar, Latin Kilisesi ile Rum Kilisesi arasındaki kavgalardan ve derin ayrılıklarından haberleri yok.
Öte yandan, konferansta coğrafyaya dayanan bir Avrupa tanımının da zor olduğunu gördük. Bu konuda Sarkozy gibi düşünenlere bir hatırlatmada bulunmak ise bize düştü.
Avrupa’yı Ural Dağları’nın batısından başlatan De Gaulle’ün, Türkiye’nin -o zamanki adıyla- Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyeliğini onayladığı 1963 yılında, “Avrupalı değil, bir ada ülkesidir” diye İngiltere’nin üyeliğini veto ettiğine işaret ettik.
Konferans sırasında Rusya, Ukrayna Gürcistan ve Ermenistan gibi ülkelerin hangi kıtaya dahil olduklarına dair tartışmalar ise, Avrupa’nın sınırlarına net tanımların getirilmesinin zorluğunu ayrıca ortaya koydu. 

Kültür birliği tanımında zorluk
Konferansta “kültür birliği” tanımı üzerinde de duruldu. Ancak bu konuda da zorlukların ortaya çıkması uzun sürmedi. Nitekim, yine bizim işaret ettiğimiz ve katılımcılardan Yunanlı araştırmacı Yorgo Prevelakis’in de doğruladığı gibi, müzik, mutfak, folklor gibi kültürü oluşturan bazı temel faktörlere bakıldığında, Türkler, Bulgarlar, Yunanlılar veya Kıbrıslılar, Kuzey Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında, kendi aralarında çok daha fazla “kültür birliği” görüyorlar.
Buna karşılık, bir Norveçli, Estonyalı veya İsviçrelinin “Akdeniz kültürü” denebilecek olgunun birer parçası olmadıkları ortada. Bu durumda Avrupa’nın kimliği konusunda kültür bazında bir yanıt aramanın da tek başına yeterli olmadığı ortaya çıkıyor.

Avrupa’nın kimliği
O zaman Avrupa’nın kimliği denince geriye ne kalıyor? Bu sorunun yanıtı aslında çok da zor değil. Dini ve kültürel farklılıklara rağmen, Avrupa’yı bugün birileştiren kilit unsur, gücünü demokrasi, laiklik ve insan haklarından alan ve bireylerin yaşam kalitesiyle özgürlüklerini alabildiğince artırmaya çalışan bir “ortak anlayıştır.”
Başka bir ifadeyle, burada dinler ve kültürler üstü çağdaş bir “sosyal model”den söz ediyoruz. “Avrupalı” olmanın temelinde ısrarla dini, coğrafi veya kültürel faktörleri görenler ise, yakın tarihe kadar barbarlık örneklerinden geçilmeyen Avrupa tarihinden bir ders almadıkları gibi, aslında “birlik” için değil “ayrışma” için çalışanlardır.
Riga’da da genel kanaatin bu doğrultuda olduğunu görmek, Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığına dair lüzumsuz tartışmaların yaşandığı bir sırada bizi memnun etti açıkçası.