NATO’da yaşanan Rasmussen krizi Türkiye ile AB arasına kara kedi sokmuştur. Brüksel temsilcimiz Güven Özalp’in önceki yazdıkları da bunu açıkça gösteriyor. Yalnız bu, AB’de bazılarının sandığı gibi, tek taraflı bir olgu değil.
Bu durumun önümüzdeki dönemde Ankara’yı AB’den belli ölçüde uzaklaştırıp, Obama ile açılan yeni sayfa çerçevesinde Washington’a daha da yakınlaştırması olasıdır.
ABD Başkanı Obama’nın Prag’da yaptığı ve Türkiye’nin AB’ye alınmasını istediği çağrıya, Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy ile Almanya Şansölyesi Merkel’den anında gelen tepkisel yanıtlar Avrupa’daki olumsuz hissiyatı yeterince açığa vurdu.
AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn’in, Rasmussen krizinin dorukta olduğu bir sırada, Ankara’nın üyelik müzakerelerini zora soktuğuna dair açık tehdidi ise Türkiye’de kızgınlıkla not edildi. Rehn’in, gazetelerde yer alan ifadeyle, “apar topar” yaptığı bu sorumsuz ve tümüyle gereksiz müdahale, Türk kamuoyunu AB’ye karşı daha da soğutmuştur.
İki ‘anti-kahraman’
Türk-AB ilişkileri açısından son derece olumsuz olan bu gelişmelerin iki “anti-kahramanı” var. Türk tarafındaki elbette ki, şu anda Avrupa’da “takım oyuncusu olmamakla” suçlanan Başbakan Erdoğan’dır.
Erdoğan’ın Rasmussen inadı, AB perspektifi açısından Türkiye’ye somut hiçbir getiri sağlamadığı gibi, ilişkilerin fena halde bozulmasına da katkıda bulunmuştur. Bu arada Ankara’nın elde ettiği belirtilen temel tavizler de boş çıkmıştır.
Tahmin ettiğimiz gibi, Rasmussen karikatür krizi sırasındaki tutumundan dolayı özür dilemedi. Roj TV konusundaysa, Kopenhag’ın her zamanki tutumunu yineleyerek, “PKK ile bağlantısı konusunda somut delil getirin, kapayalım” demekle yetindi. Öte yandan, PKK’dan “terörist örgüt” olarak söz etmesi bizde bazılarını heyecanlandırdıysa da, bunda da herhangi bir yenilik yoktu.
Rehn’in maskesi düştü
Rasmussen’in niçin “gönül almanın” ötesini geçip özür dilemeyeceğini, Roj TV’nin kapatılması konusundaysa niçin “söz veremeyeceğini” anlamak için Avrupa’yı, Avrupalı muhataplarımızı ve dünya görüşlerini çok daha iyi tanımak gerekiyor. Erdoğan’ın sergilediği “maksimalist” tavrın Türkiye’yi Avrupa’da niçin yapayalnız bıraktığını anlamak için de aynısı geçerli.
Avrupa tarafına gelince, AB ile ilişkilerimizin bu olumsuz havaya sokulmasının ikinci “anti-kahramanı” Olli Rehn olmuştur. Türklere karşı her zaman şirin görünmeye çalışan, AB üyeliğimizi en çok destekleyenlerden biri olduğunu iddia eden Rehn’in maskesi bu kriz sırasında fena halde düşmüştür.
Rehn’in Türkiye’de hükümet, muhalefet, bürokrasi, fakat en önemlisi kamuoyu gözündeki itibarının bu vesileyle çok büyük bir darbe yediğini söylemek herhalde abartılı olmaz. Bu durumda, Komisyon’dan reformlar konusunda gelen ve gelecek olan telkinlerin AKP iktidarı tarafından ciddiye alınma olasılığı daha da zayıflamıştır.
Rehn değil, Obama çözdü
Bu nedenle Avrupa’daki muhataplarımızın da, Rehn’inki gibi yersiz ve gereksiz çıkışların bu ülkede niçin her zaman ters teptiğini anlamaları için Türkiye’yi çok daha iyi tanımaları gerekiyor. Türkiye’ye karşı kullanılan tehditkâr sözlerin hiçbir zaman olumlu sonuç getirmediğini artık öğrenmeleri gerekiyor.
Nitekim Rasmussen krizi Rehn’in tehdidiyle değil, Başkan Obama’nın müdahalesi ve Cumhurbaşkanı Gül’ün diplomatik maharetiyle çözülmüştür. Böylece NATO’nun bu önemli zirvesinin Başbakan Erdoğan yüzünden fiyaskoyla sonuçlanmasını engellemiştir.
Ancak, bu kriz hem AB hem de Türk tarafında, ağızlarda hoş olmayan ve giderilmesi için “monşerler”in yine devreye girip çaba göstermelerini gerektirecek bir tat bırakmıştır. Başkan Obama’nın Türkiye’nin AB perspektifine verdiği güçlü destek de bu çabalar açısından kuşkusuz yararlı olacaktır.