Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Org. İlker Başbuğ’un Harp Akademileri’ndeki konuşmasını dinlemek üzere davet edildiğimize göre, söylenenleri değerlendirmek ve yorumlamak gerektiğini düşünüyoruz. Zira bu konuşmayı ne bir “dikta” ne de ele alınan konularda “son noktayı koyan” bir konuşma olarak algıladık.
Aksine, Org. Başbuğ’un sözlerinin, içeriği temel kavramlar üzerine olan bir tartışmanın açılması için önemli bir vesile yarattığını düşünüyoruz. Burada, sunumu iki saat süren bir konuşmanın ayrıntılarına girecek yerimizi tabii ki yok. Bu nedenle iki konu hakkındaki kanaatlerimizi ortaya koyacağız.
“Akademik” olması nedeniyle de, felsefe ve siyaset bilimi okumuş biri olarak, konuşmaya akademik açıdan yaklaşacağız. Her şeyden önce, konuşmada ilham alınıp referanslarda bulunulan düşünürlerle araştırmacıların büyük bölümünün yabancı olması ilgimizi çekti.
Bunda hiçbir sakınca görmediğimiz gibi, bunu Org. Başbuğ’un entelektüel ufkunu geniş tutmaya çalışmasının bir sonucu olarak kabul ediyoruz. Jürgen Habermas’ı da takdir ettiğini bildiğimiz için, konuşmasının temelinde “rasyonel düşünce” anlayışının yattığını da düşünüyoruz. 

‘Kapsayıcı’ milliyetçilik
Biz Başbuğ’un konuşmasını, cumhuriyetimizin “kurucu ilkeleri”ni günümüzün dinamik düşünce kalıplarının kapsamına oturtma çabası olarak algıladık. Bu çerçevede, Almanların “Leitkultur” dedikleri ve Avrupa’da çok tartışılan “üst/ortak kimlik” ile “ikincil kimlik” gibi tanımlamaların ortaya atılması dikkatimizi çekti. Bu nedenle bu yazının dar sınırları içinde, aslında çok ayrıntılı bir şekilde tartışılması gereken bu iki kavramı kısaca ele almak istiyoruz. Bunu da, akademik yaklaşımın gereği olarak, eleştirel bir açıdan yapacağız.
Org. Başbuğ’un bu konudaki sözleri söyle: “Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik ırk ve din farkı gözetmeksizin ortak kimlik/üst kimlik etrafında her vatandaşı ‘Türk’ saymaktır, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı saymaktadır.”
Özetle, buradaki “Türk” kavramı, “dışlayıcı” değil, “kapsayıcı” bir milliyetçilik anlayışını yansıtıyor. Ancak bu milliyetçilik anlayışında “ırk” ve “din” ele alınırken, “dil” kavramı ele alınmıyor.
Oysa Avrupa tarihinin yanı sıra, kendi Osmanlı tarihimiz de göstermiştir ki, milliyetçiliğin gelişmesindeki ana harcı ilk etapta “dil birliği” sağlamıştır. Bunun ardından “kültür birliği” gelmiştir. “Bizdensin, bizden değilsin” anlayışı da esas itibariyle bu iki temelle dayandırılmıştır.
“Çok dilli” toplumlarda, tek bir dilin “üst/ortak kimliğin” zorunlu dili yapılması ve diğer dillerin baskı veya yasal yollardan engellenmesi durumundaysa, üst/ortak kimlik “kapsayıcı” değil, genelde “dışlayıcı” bir olguya dönüşmüştür.
Çift dilli Belçika, cumhuriyetçi ilkelere dayanan demokratik monarşisini ve ulusal birliğini bu yüzden dil esasına dayandırmamıştır. Flamancanın yerine Fransızcanın ön plana çıkmış olması ise yasaların değil, sosyolojik gerçeklerin bir sonucudur. 

‘Çoğulcu’ kültür
Amerika’da İngilizce, tarihi demografik süreç içinde baskın gelmişse de, bugün İspanyolcaya, sosyolojik bir zorunluluk olarak, resmi dairelerde ve eğitimde çok daha fazla yer verilmek durumunda kalınıyor. Org. Başbuğ’un temel referanslarından Samuel Huntington’un, son kitabında bundan şikâyet etmesi ise toplumsal gerçekleri değiştirmiyor.
Öte yandan, “ikincil kimliği” tanımlarken Org. Başbuğ’un kullandığı “bireysel kültürel kimlik” kavramı da problemlidir. Zira kültürel kimliğin “bireysel” olması için, “kültür” olgusunun “kolektif” bir boyutunun bulunmaması gerekiyor.  Aynı mantıktan gidecek olursak, “üst/ortak kimlik” olarak “Türk kültürü” dendiğinde de, “spesifik” değil, çok dilli ve “çoğulcu” bir kültürden söz etmemiz gerekiyor. Oysa bunun günümüzün “Türk” toplumunda kolay kabul edilecek bir olgu olduğunu hiç sanmıyoruz.