Diplomasinin nüanslarını kavramadan bize tepki gösteren popülizmin doğal muhataplarına diyeceğimiz bir şey yok. Fakat bu nüansları bilmesi gerekenlerin “Hani Davos’tan sonra perişan olmuştuk? Bak, Obama geliyor!” sözleriyle sergiledikleri sığ “rövanşizmi” anlamak mümkün değil.
Neyse ki dış politika yazarlarımızdan Kadri Gürsel, perşembe günkü yazısında bu tavra güzel bir yanıt verdi. Biz de aynı fikirdeyiz. Başkan Obama’nın Türkiye ziyareti, Davos’a rağmen” veya “Davos nedeniyle” değil, Davos’tan sonra Ankara tarafından yapılan “düzeltmeler” sayesinde gerçekleşecek.
Burada tabii ki, Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışının hemen ardından “Tepkim moderatöreydi” açıklamasıyla başlayan ve Türk ve İsrail dışişleri bakanlarının, geçen hafta Brüksel’de, “stratejik ilişkilerini” yeniden teyit etmeleriyle sonuçlanan geri adım atma sürecinden söz ediyoruz.
Türkiye’nin potansiyeli
Yoksa hiçbir ABD başkanı, Washington’un “terörist” olarak tanımladığı Hamas’ın ana hamiliğine soyunarak İsrail ile köprüleri yakan bir Türkiye’ye kolay kolay ziyarette bulunamazdı. ABD ile İsrail arasında var olan “simbiyotik” ilişki buna el vermezdi.
Buradan Taha Akyol’un, pazartesi günü, Başbakan Erdoğan’ın dış politika danışmanı Ahmet Davutoğlu’ndan aktardığı sözlerine gelmek istiyoruz. Sayın Davutoğlu, İstanbul’da köşe yazarlarına verdiği brifingde, “Obama’nın dış politika ihtiyaçlarıyla Türkiye’nin potansiyeli örtüşüyor. Türk-Amerika ilişkileri belki de tarihteki en iyi dönemlerinden birine girecektir!” demiş.
Buna biz de katılıyoruz. Ancak burada sözü edilen, “Türkiye’nin potansiyeli”nin iyi anlaşılması gerekiyor. Bu potansiyelin, ABD için her açıdan önemli olan bir siyasi ve stratejik konuma sahip olan modern Türkiye’nin temel bazı özellikleriyle bağlantılı olduğu kesin.
Nitekim, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da ziyareti sırasında bunların ne olduğunu açıkça ortaya koydu.
Burada, elbette ki, Batı’nın bir mensubu ve yakın müttefiki olan Türkiye’nin, ağırlıklı olarak Müslüman olan nüfusuna rağmen, laiklik ile demokrasiyi uyumlu bir şekilde yürüten bir ülke olmasından söz ediyoruz.
Mevcut uluslararası konjonktürde Batı için Türkiye’yi önemli kılan başlıca faktör budur. Burada Türkiye açısından yeni bir şeyden de söz etmiyoruz. Osmanlı’nın küllerinden doğan cumhuriyetimizin başından beri sürdürdüğü bir yönelişten söz ediyoruz.
Koşulları AKP yaratmadı
Türkiye’nin büyüyerek uluslararası arenada hak ettiği yeri almasını sağlayacak olan da bu yönelişin sürdürülmesi ve AB süreci yoluyla Batı sistemiyle entegrasyonumuzun tamamlanmasıdır. Bunu söylerken bir başka hususun da çok iyi anlaşılması gerekiyor.
Türkiye’yi, hem bölgesinde hem de uluslararası düzeyde önemli kılan koşulları AKP iktidarı yaratmamıştır. Bugün hangi parti iktidarda olsaydı aynı durumla karşı karşıya kalırdı. Türkiye de, çok eskiye dayanan diplomatik gelenekleri ve yetenekleriyle gerekeni yapardı.
Davos çıkışlarıyla Ortadoğu sokaklarının heyecanlandırılmasının ise bu gerçeklerle bir ilgisi yok. Hükümetin, Türkiye’nin geleneksel diplomasi çizgisine dönmeye başlaması da bunun açık kanıtıdır.
Onun için, Sayın Davutoğlu’nun sözlerine dönecek olursak, tekrarlamakta yarar var. Obama’nın dış politika ihtiyaçları ile Türkiye’nin potansiyelinin örtüştüğü doğrudur.
Popülizm için heba edilmesin
Türk-Amerikan ilişkilerinin, belki de tarihteki en iyi dönemlerinden birine gireceği de büyük ölçüde doğru olabilir.
Fakat bunun nedenlerinin doğru analiz edilip, diplomatik nüanslarıyla birlikte, çok iyi anlaşılması gerekiyor. Hükümetin de bu tarihi konjonktür içinde, kafaları karıştıran yaklaşımlarla Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada önemli bir rol oynama potansiyelini “popülizm” adına heba etmemesi gerekiyor.