Dün Mec- lis’teydim. Malum; salı günü, partilerin grup toplantıları vardı.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu beklerken kuliste öbek öbek hararetli tartışmalar yaşanıyordu.
Konu Brüksel’deki terör saldırılarıydı.
Ama tartışmaların bir yerinde PKK’nın Avrupa Konseyi binasının yanı başında açtığı propaganda çadırı mutlaka geçiyordu.
Terörle yaşamaya alışmak üzerinden yaşanan polemiğin, IŞİD nedeniyle, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düsturunu terk etmek zorunda kalan Avrupalı başkentler için de bir kader olduğu kesin.
Kuliste karşılaştığımız AB Bakanı Volkan Bozkır, “Brüksel’e yapılan terör saldırısı bize yapılmış demektir” diyordu.
Diyordu ama o Avrupa’nın kendisine zarar verebilecek örgütlerle mücadele edip, diğer terör örgütlerine göz yumduğunu dile getirdiği televizyon programından yeni çıkmış, Meclis’e gelmişti.
“Türkiye’de onlarca cenazenin terör saldırısında kaldırıldığı bir ortamda PKK’nın bayraklarının Brüksel’de dalgalanması içimizi burktu” demişti.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Taziyenin aması maması olmaz” dedi ama O da ekledi:
“O çadır bize nezaketen değil, PKK terör örgütü olduğu için kaldırılmalıydı. Başka bir başkentte DAEŞ çadır kurabilir miydi? DAEŞ neyse PKK da odur.”
Zaten Türkiye’nin terörle sınavını, Batı’nın bu sınavı baltalamak için yaptıklarını az çok bilenlerden kaçının aklına dün sabah Brüksel’de patlayan bombaları duyunca daha birkaç gün önce iki ülke arasında krize yol açan PKK çadırı gelmemiştir ki?
Çünkü dün Belçika Başbakanı’na, “Korktuğumuz başımıza geldi” dedirten vahşetin yarattığı acıyı en iyi biz biliriz.
Biz 40 yıla varan PKK hikâyesinde memleketin her gün birkaç köşesinde dizlerini döverek gözyaşı dökenlerin görüntülerini kafamıza, kalbimize kazımış insanlarız.
Bu nedenle, AB’nin Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin Brüksel’deki patlamadan sonra döktüğü gözyaşını görünce bizim gözyaşlarımızı anımsadım yeniden...
Pınarları kurumuş gözlerini nasırlı elleriyle silen şehit analarımızın, gencecik evlatları dağa çıkmasın diye nereye yaranacağını şaşıran, kaçağa çıkan oğlunun parmağını gömmek zorunda kalan kadınlarımızın, evladının cenaze namazını kıldıran babalarımızın, ağabeyinin, başına beş numara büyük gelen asker şapkasını takarak acemice selam veren genç kızlarımızın, dedesi köyünden kendisi ocağından ağlayarak ayrılmak zorunda kalan insanlarımızın, babasının tabutu üzerinde oyuncak arabasını süren çocuklarımızın gözyaşlarıyla olgunlaştık biz.
Elbette terörü lanetliyoruz.
Brüksel’in dün hatırladığı vahşeti en ağır biçimde kınıyoruz.
“Bu son olsun” diyoruz.
Ama son olmayacağını biliyoruz.
Çünkü terör bugün pazarlayan için en ucuz, pazarlanan için en pahalı mal.
“Dayanışma” sözlerinin temenniden ibaret olduğunu da en iyi biz biliriz.
Çünkü terörizmle mücadelesindeki başarısı, en yakın müttefiki tarafından bile sadece kendisini tehdit eden bir tehlike baş gösterdiğinde hatırlanmaya mahkumuz.
Suriye sınırının öte tarafında Türkiye’nin beka sorunu olmaya aday bir devletleşmeye itiraz ettiğimizde başımıza gelmeyen kalmaz. Ama Avrupa’nın, Amerika’nın güvenliğini tehdit edecek terörist sızmalara karşı en ağır güvenlik ödevi bize verilir.
Fransa çocuklarına ağlar, biz sadece terör devleti oluruz.
Paris, Brüksel, Avrupa’nın kalbidir, Ankara Avrupa’nın kıyısında bile değildir.
Dolayısıyla, Ankara için kol kola yürümek gerekmez.
Bir haftada 39 vatandaşımızı sağlı sollu teröre kurban veririz, 3 milyon Suriyeli mülteciden 1000 tanesine tahammül edemeyen AB ile zirve toplarken ensemize PKK çadırının gölgesini tutarlar.
Duruma göre bazen Ortadoğulu damgası yeriz, bazen Batı medeniyetine lütfederler.
Biz, “Bu terör gelir seni de vurur” denilemeyecek tek ülkeyiz.
Maalesef bu bizim tek başına yenemeyeceğimiz kaderimiz...