Alper Kanca’nın hazırlanması ve yayımlanması için büyük çaba sarf ettiği “Alet İşler” isimli kitap, 41 yazarın 44 makalesinden oluşan toplam 564 sayfalık mükemmel bir kaynak. Kitabın başındaki “Önce el aletleri şekillendirdi sonra aletler tüm dünyamızı” sözleri çok önemli bir noktayı işaret ediyor.
Masamın üstü kitaplarla dolu, bu hafta hangisinden bahsetsem diye düşünüyorum, bazılarına bir türlü sıra gelmiyor. Yaşadığım günler, günlük olaylar, hangisine öncelik vermem konusunda beni bir hayli zorluyor. Ancak “Nasıl olsa bunlar kitap ortadan kaybolacak değiller, biraz demlensinler elbet bir gün sıra onlara da gelir!” düşüncesi biraz olsun yüreğimi hafifletiyor.
Bugün sizlere 10 Aralık 2022 günü tanıtımı yapılan bir kitaptan söz etmek istedim. Büyük emeklerle toplanan geniş bir koleksiyon ve araştırma sonrası kitap hâline getirilen el aletleri. Kanca A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Alper Kanca’nın gerek hazırlanması gerekse yayımlanması için
Kilikya Ermeni Krallığı Hanedanı üyelerinden Korykoslu Hayton’un 1307 yılında Papa’ya sunduğu “Doğu Ülkeleri Tarihinin Altın Çağı”, Anadolu’nun tarihi coğrafyası hakkında bilgi sahibi olmak için okunması gereken bir kitap
21 Ocak 2024 tarihli yazımda sizlere Eremya Çelebi Kömürciyan’ın “İstanbul Tarihi” adlı kitabını tanıtmıştım. Hrand Der Andreasyan’ın 65 sayfalık orijinal metni dipnotları ve açıklamalarla ne kadar zenginleştirdiğinden sık sık bahsederim. Geçmiş dönemlere ait her kitap ister tercüme ister Eski Türkçe olsun, günümüz okuru tarafından anlaşılacak kelimeler kullanılarak hazırlanmalı, merak uyandıracak şekilde dipnotlar ve açıklamalarla desteklenmelidir.
Korykoslu Hayton’un, “Doğu Ülkeleri Tarihinin Altın Çağı” isimli kitabını okuyunca, Altay Tayfun Özcan’ın bu tercüme için ne kadar emek ve zaman harcadığını anladım ve kendisini takdir ettim.
Dört kitaptan oluşan eserin bir de giriş bölümü bulunuyor. Orijinali toplam 263 sayfadan oluşuyor,
31 Mart 2024 tarihinde yapılacak olan yerel yönetim seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak seçilecek kişiyi şimdiden kutlarım. Bu şehirde yöneticilik görevi üstlenenlerin “Herhangi bir şehir değil, binlerce yıldır varlığını ve cazibesini koruyan” bir şehri yöneteceğini hatırlatmak isterim
Çocukluk ve gençliğimde yakın çevremizde dünyanın ilgisini çeken ve sık sık ziyaret edilen; Atina, Belgrad, Bükreş, Tahran, Bağdat, Beyrut, Kahire, gibi gece-gündüz yaşayan, capcanlı şehirler vardı. Bugün bu şehirlerin büyük bir çoğunluğu yaşamaya devam ederken eskisi gibi birer cazibe merkezi olmaktan uzaklaştılar. Günümüzde çok az insan Tahran ve Bağdat’ı ziyaret ediyor. Bükreş ve Belgrad, eski canlılığını ne yazık ki koruyamadı. Biraz olsun gece hayatı olsa da ancak iç turizmine katkı sağlıyor. Kahire eski görkeminden uzak, Mısır’ın sahip olduğu antik dönem anıtları ve yoğun propaganda ilgi çekse de bu ilgi daha çok Teb, Luksor ve Aswan gibi eski şehirler üzerine
Doğu’dan Anadolu’ya göç ederek uzun bir süre Kemah’ın Apuşta Köyü’nde ikamet eden Eremya Çelebi Kömürciyan’ın ataları, XVI. yüzyılın sonlarına doğru Celâlî isyanları sırasında Gelibolu’ya yerleşmek mecburiyetinde kalırlar. Kömürciyanlar’ın aile reisi olan Sarkis Kömürciyan 1590 yılında burada vefat eder ve oğlu Nahabet ile torunu Mardiros Gelibolu’dan ayrılarak İstanbul’a yerleşir. Mardiros İstanbul’da evlenir ve üç erkek çocuğu olur. Çocuklarının en büyüğü olan Eremya Çelebi, 13 Mayıs 1637 günü Langa’da doğar. En küçük kardeşi Der Komidas, kilise ve mezhep faaliyetleri içinde yer alır ve şiddetli Katolik hareketlerine karıştığı için 26 Ekim 1707 günü idam edilir. 1929 yılında Papa XI. Pius tarafından aziz ilan edilerek Katolik Kilisesi takvimine girer. Eremya Çelebi’nin babası Mardiros’a 1638 yılında Kudüs’te papazlık tevcih edilir ve 1665 yılındaki vefatına kadar Langa’daki Surp Sarkis Ermeni Ortodoks
“Sûrnâme-i Vehbî”, geçmiş dönemi günümüze aktaran çok önemli bir kaynaktır. Levnî’nin usta kalemden çıkan minyatürler yüz yıllar sonra o dönemi daha iyi anlamamıza neden olacak görüntüler içermektedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde yalnızca savaş yapılmamış, halkın eğlenmesi için pek çok özgün gösteri de düzenlenmiştir.
13 Ocak 2024 tarihli yazımda “Sûrnâme-i Hümayun”dan bahsetmiştim, bu kez de ondan 138 sene sonra minyatürlü yazma şeklinde oluşturulan bir diğer sûrnâmeden bahsetmek istedim. Geleceğe öncülük edecek şenlik düzeni için faydalanılması gereken bir eser olduğunu düşünmekteyim.
1720 yılında yapılan sünnet düğünü
1720 yılında Sultan III. Ahmed’in oğulları Şehzade Süleyman, Şehzade Mehmed, Şehzade Mustafa ve Şehzade Bayezid’in sünnet düğünlerinin yapımına karar verilir. Bu dört şehzade ile birlikte Sadrazam İbrahim Paşa’nın oğlu Mehmed Bey’in de
“Büyük adamların bizim övgümüze ihtiyacı yok, bizim onları bilmeye ihtiyacımız var.”
Arthur Cushman McGiffert
10 Kasım 1483 tarihinde Almanya’nın Eisleben kasabasında dünyaya gelen Martin Luther, köylü fakat varlıklı bir aileye mensuptur. Çok küçük yaşta, babası tarafından Magdeburg’a götürülmesiyle Latince ve dinî eğitim görmeye başlar. Daha sonra gramer, retorik ve mantık alanlarında eğitimine devam eder. 1501 yılında Erfurt Üniversitesi’ne kayıt olur ve üç yıl sonra gramer, retorik, mantık ve metafizik dalından mezun olur. Babasının arzuladığı hukuk eğitimini yarım bırakarak 17 Temmuz 1505 günü Augustinusçu Keşişler Tarikatı’na katılır.
Aldığı eğitim sonrası iki yıl içinde papaz ünvanına sahip olur. 1507 yılında Erfurt Üniversitesi’nde teoloji çalışmaya başlar. Bir yıl sonra Wittenberg’teki Augustinusçu Manastırı’na geçer, aynı yıl Wittenberg Üniversitesi’nde teoloji çalışmalarına devam eder ve bir yıl sonra “Kutsal Kitap” üzerine
“Sûrnâme-i Hümayun” minyatürleri yalnızca 442 yıl önce İstanbul’da yaşanan şenliği görsel olarak günümüze taşıyan bir dizi belge değildir. Bir şehir ve yaşayanları için neler yapılabileceğini gösteren ibretnâmedir. Günümüzde yalnızca bu şehirde yaşayanların değil, İstanbul’u ziyaret eden yabancı misafirlerin de benzeri şenliklere ihtiyacı var.
“Sûr” düğün, ziyafet, şenlik gibi şeyleri, ifade için “Nâme” ise defter manasına kullanılır. Sultan İbrahim’e sunulan bir lâyihada rûznâmeyi anlatırken kullanılan; “Benim hünkârım, rûz nâme demek oldur ki, her gün ne kadar dahil-i hazine olur ve ne kadar akçe harç olur, hep yazılur. Her gün yazılduğuyçün rûz nâme derler. Rûz deyü güne der, nâme deftere derler” ifade çok latiftir. Osmanlı İmparatorluğu’nda padişahların, şehzadelerinin sünnet düğünlerini ve kızlarının evlenme şenliklerini anlatan eserlere
Neden içimize doldu vehim?
Ah ümit, ümit yollar boyunca…
Orhan Veli Kanık
“Vehm” veya “Vehim” sözcüğü, Arapçadan dilimize aktarılan ve sözlüklerde; “Kuruntu” karşılığı olarak kullanılan bir kelimedir. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’inde, “Kuruntu, yersiz korku, şüphe, tereddüt” karşılığı olarak kullanıldığı belirtiliyor. Bu ismin çoğulu ise “Evhâm”dır. Din bilgisi derslerinde sık sık karşılaştığımız bu sözcük, Türkçe sözlüklerde “Vehim” olarak ifade edilmiş olsa da aslı “Vehm”dir.
İnsanlığın varoluşundan bu yana özellikle iktidar sahipleri toplumu korku ile denetim altına alma çabasındadır. Çünkü varlıklarını sürdürebilmek için toplumun aklının karışması gerekir. Korku duygusu ile sağlıklı düşünmelerinin engellenmesi topluma korku pompalanmasıyla mümkün hâle gelir. Düşman korkusu, kıtlık korkusu ve benzeri pek çok korku senaryosu