Geçen hafta Antalyaspor karşısında çok kötü bir futbol oynayan ve haklı bir yenilgi alan Fenerbahçe'de beş günde her şeyin değişerek, başka bir kimliğe bürüneceğini beklemek ülkemiz futbol kamuoyunun temel gerçeğidir. Bu gerçek aslında futbolumuzun seviyesini de yansıtmaktadır.
Geçen hafta bana "Aykut Kocaman Projesi nedir" diye bir çok mesaj, twit geldi.
Sanılıyor ki Fenerbahçe'nin kötü futbolundan kenar yönetimi çok memnun, bu oyunun herkes tarafından kabul edilmesi isteniyor. Başka bir hedef de yok.
Bu kadar basit mi? Karşılaşma sırasında sosyal medyada düşüncelerini paylaşan bir takım medya mensuplarının Aykut Kocaman'ın kişiliği ile alay eden yorumlarını gördük, okuduk. Bu kişilerin yaptıkları aslında bulundukları yerleri hazmedememiş, kendisini bir şekilde orada bulmuş sıradan insanlar olduğunun tipik itirafıdır.
Aykut Kocaman'ın bugün Fenerbahçe'ye oynatamadığı futbolu eleştirebilirsiniz, ancak hiç mi bu adamın futbolunu izlemediniz? Futboldan bu kadar uzak bir hayat sürüyordunuz da bugün oralara nasıl geldiniz?
Aykut Kocaman'ın Alex'le yaşadığı en önemli manşet
Son iki sezon göz önüne alındığında Galatasaray'ın kötü oynadığı karşılaşmalar da dahil olmak üzere neredeyse kazanmak için hiçbir ekstra çaba göstermediği bir maç izledik. Fatih Terim'in de ifade ettiği gibi Galatasaraylı futbolcular İBB'ye hiçbir baskı yapmadan başladılar ve erken gelen golle birlikte rahatlayarak rölantide tamamladılar.
Böylesi karşılaşmalar büyük takımlar için çok önemlidir. Her maçı aynı tempo ile oynayamazsınız. Oyuncularınız hem mental anlamda, hem de kondisyon bakımından düşer; aktif dinlenebildiğiniz ve hanenize üç puan koyabildiğinizde yüksek verim sağlamış olursunuz.
Galatasaray bunu yaptı.
Ancak ilginç bir dizilişle sahaya çıktı. Fatih Terim ileride Amrabat-Burak-Umut üçlüsüyle saha dizilişini 4-3-3 gibi oluşturdu. Ancak bu üç oyuncu da orta çizgisinin üzerinde kalmaya gayret gösterdi.
Öyle olunca da İBB takım halinde ileriye çıktı. Bu Eduardo ile en yakın stoperi arasında 30-40 metrelik bir açıklık yarattı. Galatasaray'ın Selçuk İnan ile ileriye doğru attığı ve Zayette'den sekerek Burak Yılmaz'ın önüne düşen ilk top tam da golcü oyuncunun istediği türdendi.
Tipik bir Umut-Burak golü izledik.
İkinci golde de bu sefer Burak Yılmaz'ın sert
Panathinaikos, Euroleague’de her zaman ismi ilk dört takım sayılacak takımlar arasındadır. Bu nedenle alınan bu galibiyet Fenerbahçe Ülker’in bu grupta yapacağı en iyi şeylerden biri olacaktı.
Ve Fenerbahçe Ülker bunu dün akşam başardı.
Maçın tamamına yakın bölümünü üstün ve önde götürdüğü için de genel anlamda sanki kolay bir maçmış görüntüsü verdi; özellikle ikinci periyottaki 23-12’lik skor bu maçın kırılımıydı.
Fenerbahçe Ülker’in görece kolay galibiyeti akıllara hemen Panathinaikos’un eski gücünde olmadığı yönünde bir algı yaratabilir; öyle olmadığını geçen sezon bize Olympiakos göstermişti. Hatırlanacağı gibi Fenerbahçe Olympiacos’u açık farkla yenmiş Yunanistan temsilcisi grup maçları sırasında diğer takımlarda olduğu gibi grup dışı kalma tehlikesi bile yaşamıştı. Ancak sonucu hepimiz biliyoruz.
Yani aynı şeyi bu sezon Panathinaikos’un yapmaması için hiçbir neden yok; Fenerbahçe zayıf bir takım olduğu için değil, kendisi iyi mücadele ettiği için Panathinaikos’u yendi.
Bu maçla ilgili dikkat edilmesi gereken konu, aynı geçen hafta Real Madrid karşılaşmasında olduğu gibi ribaunt zafiyetinin tekrarıydı. Bu seviyelerdeki takımlar arasında 44’e 26 gibi açık fark
Avrupa'nın ekonomik olarak 6. büyük ligine sahip olmamamıza rağmen UEFA sıralamasında 27.700 puan ile 12. sırada bulunuyoruz. Bir altımızdaki Güney Kıbrıs'ın 26.333 puanı bulunuyor. 11. sıradaki Belçika'nın puanı 32.600; oldukça uzak bir mesafede duruyor. Daha iyi anlaşılabilsin diye ilk sıradaki İspanya'nın da puanını paylaşalım; 77.882. (*)
Futbolumuz için son 12 yılı içinde genel anlamda söyleyebileceğimiz şey 2000 yılında Galatasaray'ın UEFA Kupası, Milli Takımımızın 2002'de Dünya Kupası 3.lüğü, 2008'de Avrupa Şampiyonası yarı finalistliği ve Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkmış olmasıdır.
Ne 2002'deki Dünya Kupası'nda ne de 2008'deki Avrupa Şampiyonası'nda kategori ve sınıflandırma olarak kendi üzerimizdeki takımlara karşı üstünlük sağlayamadık. Çok iyi gruplara düştük, o gruplardan bile zorlanarak final yoluna doğru gidebildik. Puan ve sıralamada üzerimizde olan hiçbir takıma karşı ne gruplarda, ne farklı eşleşmelerde tek bir başarımız olmadı.
Buradan net olarak ifade edebiliriz ki futbol olarak ortaya koyduğumuz herhangi bir istikrar, başarı çizgisi yoktur.
Sadece ideallerimiz, beklentilerimiz vardır.
Büyük hedefler koymak güzel bir şeydir.
Kötü sonuçlar kötü oyunlarla alınır. Hiç kuşkusuz bu oyunu oynayan futbolcularla... İyi sonuçlar da elbette bütün bu saydıklarımızın tam tersiyle...
Fenerbahçe çok kötü futbolculardan kurulu bir takım mı?
Çok kötü veya çok iyi futbol oynamak için kenarda bir teknik adama ne kadar ihtiyaç duyulur? Bu seviyeye gelmiş futbolculardan kurulu bir takım teknik adam olmasa bile iyi futbol oynayamaz mı?
Çok yetenekli futbolculardan kurulmuş bir takımı teknik direktör ne kadar kötü oynatabilir ki?
Son bir kaç maçtır oyunu ile hemen herkesin beğenisini kazanan Sow'u da bir türlü istenileni veremeyen, beğenilmeyen diğerlerini de çalıştıran, taktik veren aynı teknik adam, antrenörler değil mi?
Sow'a ne oldu da bu kadar canla başla, yürekten futbol oynarken, Kuyt durgunlaştı, Krasic kayboldu, Caner istikrarsızlık abidesi haline gelebildi?
Futbol takım halinde oynanan dinamik bir oyundur. Takımın her parçasının oyuna katkı yapması önemlidir, gereklidir. Bazen rakibin yaptığı ve yapamadıkları da futbolda belirleyici hale gelir.
Antalyaspor dün takım oyuna çok iyi örnek verirken; Fenerbahçe aksine nasıl kötü takım olunur ve futbol oynanır bunu gösterdi bize.
Kağıt üzerinde istisnasız bütün rakiplerimizi küçümsüyoruz.
Marseille karşısında 2-0 öne geçince nasıl 2-2 olur diye büyük olay çıkarıyoruz; oysa o takımın geçmişindeki başarılı tarihi görmezden geliyoruz. Hatta temsil ettiği ülkenin kim olduğunu tamamen unutuyoruz.
M'Gladbach bir anda köy takımı haline geliyor. Oysa yaşım itibarıyla Avrupa'daki ilk Şampiyonlar Kupası finalinde izlediğim takım Liverpool'un rakibi olarak M'Gladbach'tı. Sonrasında da adını hep duydum ve bildim.
Kıbrıs Rum Kesimi fark etmediğimiz şekilde sessizce ve derinden çalışarak Avrupa futbolunda burnumuzun dibine kadar geldi. Puan olarak aramızda ondalıklar sayılıyor. Hatta dün Fenerbahçe yenilmiş olsa muhtemelen sıralamadaki yerimiz de değişecekti.
Avrupa'daki yegane başarımızı 2000 yılında Galatasaray ile kazandık; ne bir tekrarı var ne de istikrarlı bir çizgi...
Belki beklentilerimiz çok yüksek, başka şeyler hayal ediyoruz ama elimizdeki sonuç da bu; Galatasaray salı akşamı tek kale mücadele ettiği Romanya ekibine sadece bir gol atabiliyor.
Milli Takımlar düzeyindeyse çok daha olumsuz bir tablo olduğu kesin; hep ne olacak futbolumuzun durumu diye tartışmak zorunda kaldığımız bir ortam
Fenerbahçe Ülker ile ilgili Euroleague’deki Olimpija ve TBL’ndeki TED maçlarından bir istatistik bilgi vereceğim.
Olimpija karşılaşmasında Fenerbahçe Ülker 3’ü ofansif, 26’sı defansif olmak üzere toplam 29 ribaunt alırken; rakibi aynı sırada 16 ve 24 toplam 40 ribaunt ile maçı tamamlarken; TED karşılaşmasındaysa Fenerbahçe Ülker; 7 adet hücum ve 22 adet savunma toplam 29, rakibiyse 11 ve 28 ile toplam 39 ribaunt alıyordu.
Fenerbahçe Ülker Olimpija karşılaşmasının ikinci yarısında hücumda kullandığı ve başarılı olamayan hiçbir topu pota altında alamadı. Öyle olunca da sayı bulmada çok zorlandı ve dış atışlara yöneldi.
Açıkçası Mirsad’ın yokluğunun bu derece etkili ve net bir şekilde ortaya çıkacağını beklemiyordum.
Sato’nun pasaport sorunu yüzünden Slovenya’ya girememesi, Kaya Peker’in maç günü ortaya çıkan rahatsızlığı nedeniyle takım rotasyonunda sorunlar olacağı belliydi; Pianigiani burada tercihini Bogdanovic’ten yana kullanırken, Preldzic’i de 1 numaradan 4 numaralı bölgeye kadar geniş bir aralıkta denedi. Andersen bu rotasyonun içinde kalırken, İlkay Karaman çok az forma şansı buldu.
Fenerbahçe Ülker, birinci periyotta 20, ikinci periyotta 26 toplam 46 sayı
Karşılaşmanın bitiş düdüğü öncesinde Olcay o golü atabilmiş olsaydı Beşiktaş için belki de yepyeni bir dönem başlayacaktı. Ancak Olcay da diğer arkadaşları gibi Onur’la verdikleri mücadelede başarılı olamadı.
Onur yediği gol öncesinde Fernandes’in önünde tek kişilik baraj kurdurdu. Bu aslında onun rakibini ne kadar iyi tanıdığının da bir işaretiydi. Portekizli oyuncu topu her şekilde o barajın üzerinden aşıracaktı. Barajı aşan topun ineceği nokta ise Onur’un durduğu yer olacaktı. Onur bunu matematiksel olarak doğru hesaplayabilmiş olsaydı belki de bugün Fernandes’in attığı harika golü değil, kaleci Onur’un kurtardığı pozisyonu konuşuyor olacaktık. O pozisyonda dahi neredeyse topa parmaklarının ucuyla dokunabildi.
Bu maçta Beşiktaşlı oyuncular için “beceriksizdiler” mi demeliyiz yoksa gerçekten Onur’un hakkını mı teslim etmeliyiz buna herkes kendine göre bir yorum getirecektir.
Ancak bir kalecinin bu kadar çok gol vuruşu çıkartması ister istemez onu büyütüyor.
Ve biz de bu kadar çok Onur’la ilgili övgü yazıyorsak Trabzonspor’un genel durumunun ne olduğunu kestirmek mümkündür.
Trabzonspor ilk yarıdaki oyunu ile Beşiktaş’ı yenebileceğini gösterdi; ikinci yarı ise başka