GündemKaranlıkta 40 gün - ‘Son duanı et artık!’

Karanlıkta 40 gün - ‘Son duanı et artık!’

22.01.2014 - 02:30 | Son Güncellenme:

Psikolojik baskı yüzünden her an bayılabilirdim. Kapı açıldı ve içeri iki kişi girdi. İçlerinden biri benimle konuşmaya başladı: “Burada bana ‘Dayı’ derler. Sen bizim çocuklara bakma. Kadıdan daha karar gelmedi. Sen, Allah’ın sevgili kulusun. Tövbe etme şansın varken tövbe et”

Karanlıkta 40 gün - ‘Son duanı et artık’

Günler bir bilinmezlik içinde geçiyordu. Bir gece Heysem Topalca ile beni arkamızdan birbirimize bağlamışlardı. Zor bir gece geçirmiştik. Bir daha bağlamasınlar diye konuşmuyorduk. Bu sırada içeri giren nöbetçi, beni almaya geldiklerini söyledi. Göz bağımı çözüp kelepçelerimi de çıkardılar. Beni almaya gelen silahlı kişinin de maskesi yoktu. Yola çıktık. Her zamanki gibi sağımda silahlı bir adam, solumda silahlı bir adam. “Artık bırakıyorlar kesin” diye içimden geçirdim, çok mutluydum. Günler sonra açık havayı, güneşi görüyordum.

‘Neden hâlâ gazetecisin?’
Beni bir arabaya bindirdiler. İlk fark ettiğim, ön iki koltuk arasındaki el bombası oldu. Solumda oturan asker ile aynı anda bakıyorduk, uzandı ve bombayı alarak cebine koydu. Bazıları maskeli, bazılarının ise yüzü açık olan silahlı adamların sorularının artık meraktan öteye geçtiğini düşünmeye başladım. Bana sürekli, “Madem dediğin gibi Müslüman isen ve dininde samimiysen neden hâlâ gazetecilik yapıyorsun? Neden o ülkede çalışıyorsun? Facebook hesabında bir sürü namahrem kadınla arkadaşsın, bu nasıl Müslümanlık?” şeklinde sorular ve eleştiriler birbiri ardına gelince içime bir şüphe düştü. Aynı anda aklıma, “Serbest bırakacaklarsa yüzleri neden açık?” sorusu gelince infaza doğru götürüldüğümü düşünmeye başladım. Bir ara bana, ”Sence seni nereye götürüyoruz?” diye sordular. “Bilmiyorum” diye yanıt verince biri “Korkuyor musun?” dedi. Artık gerçekten korkmam gerektiğini anladım. Bir kasabanın içine girdik ve kendilerine ekmek arası yiyecek aldılar. Bana sordular ama istemedim.

‘Buraya kadarmış’ dedim
Yeniden ilk gözaltına alındığım Salkin kasabasına geldiğimi fark ettim. Fark eder etmez de gözlerimi kapattılar. Aralarında Arapça bir şeyler konuşup gülüyorlardı. Sanırım tek amaçları sinirlerimi bozmaktı. Bir yerde araç durdu ve gözlerim kapalı ellerim kelepçeli aşağı indirdiler. Tüylerimi ürperten tanıdık bir ses duydum. Beni ilk sorgulayan ve pek de kibar davranmayan Türk’e aitti bu ses. Önce beni bir yere oturttular, kulağıma yaklaşan biri gizemli bir tonla, “Sana demiştim, kendinden daha büyük isim ver yoksa kellen gidecek demiştim. Bak işte yine bana kaldın son duanı et artık!” dediğinde içimden “Buraya kadarmış!” dedim.

‘Vasiyetini söyleyebilirsin’
Bulunduğum yer çok soğuktu, titriyordum. Dizlerimin üzerine oturmuş çaresiz kaderimi beklerken, seslerinden oldukça kalabalık olduğunu anladığım bir grup yanıma geldi. Buradakilerin çoğu Türkiye Türkçesi konuşuyordu. Hepsi aynı anda farklı soru soruyor, son anlarımın geldiğini söylüyorlardı. Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Gözlerimi açtılar. Etrafımı sarmış 12 maskeli, siyah kıyafetli kişi bana bakıyordu. İçlerinden birinin elinde kamera vardı, bana çevirdi, “Kameraya bakarak vasiyetini söyleyebilirsin, fazla zamanın kalmadı!” dedi. O an şuurlu şuursuz onlara yanıt verdim ama ne dediğimi hatırlamıyorum! Bildiğim bir şey vardı ki, ne desem bunu anlamayacaklardı. Bana ne yapmak isterlerse yapacaklardı ve beni öldürünceye kadar bu şiddet bitmeyecekti!

‘İntikamımızı alacağız’
Bazen de aklıma geldikçe Kelime-i Şahadet getiriyordum. Grubun içinde Türkçe konuşanların Türk oldukları konusunda artık hiç şüphem kalmamıştı. Çünkü “Seni keserek Türkiye’de haksız yere hapislerde çürüttüğünüz kardeşlerimizin intikamını almış olacağız” diyorlardı. Ben, “Kardeşlerinizi ben mi hapse atıyorum, ben mi yargılıyorum?” şeklinde savunma yaptığımda daha çok sinirlenip üzerime geliyorlardı ve benim de o sistemin hizmetkârı olduğumu ve en az hapiste tutanlar kadar suçlu olduğumu savunuyorlardı. İçlerinden biri diğerlerine, “Bu adamı burada mı öldüreceğiz yoksa dışarıda mı?” diye sorduğunu duyduğumda artık hayatta kalmak gibi umudum kalmadığını anladım. İçimden çığlık çığlığa ”Bunu inşallah bıçakla ya da kılıçla yapmazlar” dedim.

Haberin Devamı

Heysem’den bir haber alamadım
Geçtiğimiz yılın kasım ayında Yayladağ Sınır Kapısı’ndan çıkış yaparak İdlib’e geçen Heysem Topalca’ya ait araç 4 Aralık’ta İdlib Sermede bölgesinde terk edilmiş bulununca Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), Topalca’nın rejim yanlısı güçler tarafından yakalanarak Lazkiye’ye götürüldüğü haberini yaymış. Esad’a bağlı birimlerin elinde olduğu şeklinde haberler dolaşıma sokulurken Heysem Topalca ve ben kim bilir hangi evin bodrumunda birbirimize bağlı bekliyorduk. Salkim’e götürüldükten sonra bir daha Heysem Topalca’dan haber almadım. Ancak infazımı beklerken Türkiye’de beni arayan gazeteci arkadaşlarım Heysem Topalca’nın serbest bırakıldığını öğrenmiş, hatta onunla telefonda konuşmuşlar bile.

Haberin Devamı

Türkiye’yi vururuz!
Beni sorgulayanlar, “Türkiye bizim havan topu atışı menzilimizde. Eğer bize kapıyı kapatırsa her gün bir köyünü vururuz. Türkiye diğer Ortadoğu ülkeleri gibi savaşa hazır değil. Çünkü kan akan ülkelerin hepsinde halklar zaten yıllardır sürünüyor. Savaş ve ölüm onlar için kurtuluş sayılıyor. Ama Türkiye’yi 10 gün topa tutsak hemen iç savaş çıkar ve ülke batağın eşiğine gelir. Ama bunu yapmıyoruz” demişti.

Kaçmaya çalıştığımı düşündüler
O gün akşam ekipten iki kişi yemek ve fenerle kitap getirdi. Bir süre sonra iki kişi daha geldi ve birden bana ayağa kalkmamı ve diz çökerek duvara dönmemi söylediler. Montumu ve diğer kıyafetlerimi çıkarıp baştan sona aradılar. Uzun bir süre yüzüm duvara dönük diz çökmüş şekilde beklettiler. Anladığım kadarıyla kaçmaya çalıştığımı düşünüyorlardı. Etrafı didik didik aramaya başladılar, bir kenara koyduğum kaşığı bulduklarında deliye döndüler. Bana, “Bununla mı kaçmaya çalışacaktın? Çok film izlemişsin” diyerek saldırıyorlardı. İmdadıma yine Dayı yetişti. Dayı, “Bu kapıyı 10 tane boğa olsa yerinden kıpırdatamaz. Kapıyla oynandığını nereden çıkarıyorsunuz?” diyerek onları da alıp çıktı. Gecenin ilerleyen saatlerinde Dayı yine geldi ve bana, “İyi geceler, daha dikkatli ol Bünyamin! Ben her zaman buralarda olamayabiliyorum...” dedi.
Ertesi gün aynı ekip yeniden öğle saatlerinde tepeme dikildiğinde bu durumun artık kâbus gibi infazıma kadar tekrar edileceğini düşünmeye başladım. Hatta artık, “Şu infaz gerçekleşse de çektiğim şu çile sona erse...” diye içimden geçirdiğim zamanlar da çok oluyordu. İçlerinden ilk günden beri beni sorgulayan ve takma adı Abdurrahman olan adam, “Dayı seni nereye kadar koruyacak? Seni kesmeye götürmemiz an meselesiyken senin onun arkasına sığınmaya çalışman büyük hata!” şeklinde tehdit etti.

Haberin Devamı

Karanlıkta 40 gün - ‘Son duanı et artık’

Burada bana ‘Dayı’ derler
Hava kararmıştı, çok bitkin düşmüştüm. Soğuk ve psikolojik baskıdan her an bayılabilirdim. Arapça konuşan biri bir şeyler söyledi. Ellerim hâlâ kelepçeliydi, göz bağımı indirerek hepsi birden çıkıp kapıyı üzerime kilitleyerek gitti. Yarım saat sonra kapı açıldı ve elinde fenerle iki kişi içeri girdi. Biri feneri tavana tutarken diğeri de gözlerime tutuyordu. Feneri tavana tutan yanıma oturup benimle hiç alışmadığım samimiyette sohbete başladı: “Bizde (Türkiye’de) atasözü vardır. ‘Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar.’ Ben de senin gibi başımda poşetle Afganistan’da 6 ay hapis yattım. Sonra esir değişiminde bıraktılar beni.”
“Nerelisin Bünyamin?” İlk sorusuydu bu.

“Gümüşhaneli...”
“Gümüşhane’de hapis yattım. Çok iyi insan vardır. Burada bana ‘Dayı’ derler. Sen de ‘Dayı’ diye hitap edebilirsin. Sen bizim çocuklara bakma, kadıdan henüz kararın gelmedi. Belki serbest bırakılacaksın. Bu nedenle sana suçlu muamelesi yapmamaları gerektiğini onlara söyledim. Şimdi yat uyu, yarın kadıdan karar gelir ona göre hareket ederiz.”
Bu adam günlerdir burada gördüğüm en iyi insandı. Üstelik ilk kez çok normal bir sohbet şansı bulmuştum. İçime su serpildi ama giderken açık kapı bırakmayı da ihmal etmemişti, “Kadıdan karar yarın gelecek!” Yani her türlü karar gelebilir. Aradan birkaç saat geçmemişti ki, kendilerine ‘Tebliğci’ adını verdikleri iki kişi geldi. Biraz biri, biraz diğer konuşuyordu, “Sen Allah’ın sevgili kulusun. Ölmeden önce tövbe şansı verdi sana. Kararın gelecek. Kesileceksin, tövbe etme şansın varken tövbe et...” Gece namaz kılmamı sıkı sıkıya tembih ederek gittiler.

‘Tatlı ye ağzın tatlansın’
Bir başka ekip gelip ihtiyacım olup olmadığını sordu. Saatler sonra yine kapı açıldı ve bu kez içeri dört kişi girdi. Selam verdiler ve başka bir şey söylemeden biri önde üçü arkasında olduğu halde ellerindeki fenerleri yere koyup tavandan ışığın sekmesini sağladılar. Bir ilk daha vardı, silahları bana dönük değil omuzlarında asılı, namlular yere bakıyordu. Önde olan, “Bünyamin!” dedi. Bu, akşam üzeri uzunca benimle sohbet eden Dayı’nın sesiydi. Arkadan biri geldi, yanıma minik bir çikolata koyup yerine gitti.
Bu cehennem azabı hiç bitmeyecekti. İçimden, “Allahım, neyin içine düştüm? Ölmeden mahşer gününü mü yaşıyorum” diye geçirirken Dayı, “Bünyamin tatlı ye ağzın tatlansın” dedi. Bu ne demek oluyordu, ne yapmaya çalışıyorlardı, bir çeşit infaz ritüeli miydi? Her an bir yerlerinden kılıç çıkaracaklar diye bekliyordum. Dayı, “Bünyamin, metin ol ve dua et. Allah’ın sevgili kulusun. Sana ölmeden tövbe şansı verdi. Kadıdan az önce kararın geldi. Seni kurtarmayı çok isterdim ama olmadı, infaz dedi kadı! Kalk güzelce namazını kıl ve tövbe et. Yarın da erkenden infaza gideriz, infaz kılıçla gerçekleşecek! Bunu özellikle ben söylüyorum, infaz haberini de sana işkenceye çevirerek anlatmasınlar diye ben geldim.” Böyle durumlarda ne denir, nasıl davranılır, hiçbir şey hatırlamıyorum. Zaman durmuştu, zifiri karanlığı yaran fenerlerden tavana yansıyarak geri dönen ışığın yarattığı o dramatik ortam cehennem öncesini anlatan bir film sahnesiydi. Hayatımın her anı gözümün önünden geçti.

‘Ben olsaydım evine gönderirdim’
Ertesi sabah erkenden iki kişi gelip sabah namazına kaldırdı. Abdest için dışarı çıktığımda gecenin şaşkınlığından ne yapacağımı bilmezken silahlı adamlardan biri başımı sertçe aşağı bastırıp duvara döndürerek, “Yere bak” diye uyardı. O gün infaz edileceğim diye bekledim. Ancak yine Dayı geldi. Kapıyı açmadan sesleniyordu, “Bünyamin ne yapıyorsun?” İçeri girince yanı başıma oturdu. “Bünyamin dün gece seni iyice bir daha yine inceledim. Senin İslam aleyhine bir satır yazın yok. Ben olsaydım sorgunu seni evine gönderirdim” dediğinde sadece kuru bir “Sağol Dayı!” diyebildim.
Öğlene doğru yine diğerleri geldi. Nasıl öldüreceklerini anlatıp canımı acıtmayı başarıyorlardı. Bir saat bu şekilde beni nasıl infaz edeceklerini, sonra ne olacağını anlattılar. Dayı içeri girdiğinde onlar çıktılar. Akşam olunca yine aynı ekip geldi, yine Dayı girince onlar çekildi. Ertesi gün yine aynı ekip gelip, “Tövbe ettin mi?” diye sordu. Olumlu yanıt alınca bana iyi davranacaklarını söylediler. Ama bana iyi davranmaları her ne kadar az sonra ölüme götüreceklerinden emin olsam da iyi bir şeydi.

Haberin Devamı

YARIN: ‘DAYI’YA NE OLDU?

KEŞFETYENİ
Sevenlerini korkutmuştu! Kaza sonrası yeni paylaşım
Sevenlerini korkutmuştu! Kaza sonrası yeni paylaşım

Cadde | 14.05.2025 - 07:51

Berk Atan, taburcu olduktan sonra sosyal medya hesabından yeni paylaşımlar yapmaya devam ediyor.

Yazarlar