aradan ne kadar bir zaman geçti, Vasili hiç farkında değildi. Kulağını kapıya dayamış, orada öyle kalakalmıştı. Denizden bir motor sesi geliyor sonra susuyor, sonra gene geliyordu. Vasili bu sesin ne olduğunu bilecek durumda değildi. Birkaç kez kulağını kapıdan ayırdı, ama bir ses duymadı. Sesler de gittikçe artıyordu, denize baktı, deniz aydınlık, süt limandı, çok uzakta bir tekne hayal meyal gözüküyordu... Uzun bir süre iskelenin üstünde durdu bekledi. Tekne adaya doğru geliyor, gittikçe da yaklaşıyor, ortaya çıkıyordu. Bu bir balıkçı teknesiydi ve Vasili bu tekneyi tanıyordu ya kimin teknesi olduğunu çıkaramıyordu. Tekne yarım mil yaklaşıncaya kadar iskelenin üstünde bekledi. Önce orta boylu bir kişi çıktı güverteye. O, biraz sonra gözden silindi. Arkasından da uzun boylu bir adam geldi, sağa döndü sola döndü, sonra yönü adaya dönük, olduğu yerde kalakaldı. O anda da Vasili bu uzun boylu kişinin kim olduğunu anladı. Birden, tepeden tırnağa sevince kesti. Sevinçten ne yapacağını bilemedi, kamışlığa koştu, orada duramadı, evin önüne gitti, kulağını kapıya dayadı, gülümseyerek oradan ayrıldı. Kendinden geçmiş bir kamışlığa, oradan ılgınların içine, oradan yaşlı zeytin ağacına gidip geliyor, sevinçten uçuyordu. Sırtındaki, kokusu ciğerlerini söken ölü çoktan başını almış çekmiş gitmişti.
FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (28)
|
|
Gidip gelerek, ortalıkta dört dönerek geldi iskelenin üstünde durdu. Poyraz Musa, lacivert giyitini çekmiş, mavi kravatını takmış, mavi mendilini yaka cebine sokmuş, astragan kalpağı başında, körüklü çizmelerini çekmiş, kırmızı şeritli İstiklël Madalyası göğsünde, yüzünde her göreni gönendirecek bir mutluluk... Vasili, o, iskeleye ayak basar basmaz onu kucaklayarak, öpecekti. Telaşlandı, iskelenin üstünde bir oraya, bir buraya gitti geldi. Baktı ki tekne yaklaşmış gelmiş, hemen kaçtı, kamışlığın içine girdi. İskeleye yanaşan tekneden önce Poyraz Musa atladı. İskelenin üstünde durdu, tekneden çıkan insanları bekledi. Kadri Kaptan önce şalvarlı, kırmızı kuşaklı, kravatlı, kartal burunlu, uzun yüzlü, mavi cipil gözlü, posbıyıklı, kalın beygir dudaklı, sert olmayıp da sert görünmeye çalışan, göğüs her zaman ilerde, kurumlu gözükmeğe alışmış, aynanın önünde iki buçuk saat bıyık burarak çok yakışıklı suretine baktığı her halinden belli olan, iri, uzun boylu, göğüsten göbekli, heybetli bir kişiyi elinden tutup iskeleye almak istedi, adam, elini Kadri Kaptana vermediği gibi, onu sinek kovar gibi, elinin tersiyle bir yana itti, iskeleye atladı. Heybetli adam önce üç genç kızla, çocukları iskeleye aldı, ardından da üç çarşaflı kadını... Kadınlar peçe takmışlar, yüzleri gözükmüyordu. Sonra üç delikanlıyı, sonra da çocukları...
Poyraz Musa çınarların altındaki çıplak tahta sedirlerde onlara yer gösterdi. Güneşten bozarmış bu tahta sedirlere ancak adaya binde bir gelen hükümet adamları için döşekleri serilir, arkalarına yastık konulurdu.
Heybetli adam göğüs ilerde, kabarmış, sallana sallana geldi, Poyrazın saygıyla gösterdiği yere oturdu. Bu yelek cebinden öbür yelek cebine attığı kalabalık
altın kösteği güneşte, göz kamaştırıcı ışıklar saçarak parıldadı. Ayak ayak üstüne attı, hayranlıkla yeni körüklü çizmelerine bir süre baktı. Ayakta durmuş bekleyen karılarına, kızlarına oturun diye, şahadet parmağıyla bir işaret çaktı. En sonra da çocuklar oturdu. Hepsi yere bakıyor, susuyordu. Kadri Kaptan sedirin denizden yana düşen ucuna oturmuş, onlarla ilgisini kesmiş, teknesini, denizi hiç görmemiş gibi izliyordu, Poyrazsa ayakta bekliyordu.
"Ali Paşa Selim Bey, bir emriniz," diye sordu Poyraz Musa. Ali Paşa aldırmadı, oralı bile olmadı. Poyraz üstüste birkaç kez daha yineledi. Ali Paşa oralı olmadı. Poyraz da susup gitti sedirin bir köşesine oturdu beklemeğe koyuldu. Gözünü de Ali Paşadan ayırmıyordu. Paşaysa gözlerini yerden ayırmıyor, yüzüyse azgınlaştıkça azgınlaşıyordu. Cehenneme kesmiş yüzüyle birdenbire ayağa fırladı, sedirlerden iskeleye, iskeleden sedirlerin, çınarların altına gitti geldi. Baş döndürücü bir hızla yürüyordu. Oradakilerin hepsi de gözlerini ona dikmişler gidiş gelişlerini, başlarını onun hızına uydurarak izliyorlardı. Yürürken kaşlarını çatıyor, ellerini denizin üstüne doğru sallıyor, homurdanıyor. Arada sırada da sağ ayağını çakarcasına iskelenin tahtalarına vuruyor, iskele sallanıyor, her ayak vuruşta iskeleden top patlaması gibi bir ses çıkıyor, sedirlerde oturanlar irkiliyorlardı. Kiminde iskelenin ucunda duruyor, biraz dinginliyor, bir denize bakıyor, dönüyor bir adaya, evlere, çınarlara, zeytinli koyağa, yel değirmenlerine, kamışlara bakıyor, sonra gözleri geliyor sedirlerdekilerin üstünde bir süre duruyor, sonra daha da hızlı dönmeğe başlıyor, ter içinde kalmış azgın yüzü daha da kararıyordu. Poyraz Musanın gözleri gidip gelen Ali Paşa Selim Bey de ne yapacağını bilemiyor, şaşkınlık içinde, yumulmuş, onu izliyordu. Kamışlığın içinde sinmiş kalmış Vasili adamın hallerine, kedisini okşayarak gülümsüyor, yumulmuş kalmış, Ali Paşanın gidiş gelişlerini izlemekten boynu yorulmuş Poyraza acıyordu. Hane halkı Ali Paşa Selimin böylesi hallerine alışmış olacaklar ki yüzlerinde hiç bir değişiklik olmuyordu.
Ali Paşa Selim sonunda o kadar yoruldu ki bacaklarını gerip yaylanmağa başladı. Sonunda da şahadet parmağını uzatarak, Poyraza sert, "gel buraya," diye buyurdu. Poyraz yerinden ağır ağır kalktı geldi Ali Paşa Selim Beyin önünde, yüzüne hayretle bakarak durdu.
"Sen, siz bu Abdülvahabı tanıyor musun?"
"Tanıyorum."
Poyraz Musanın sesi öfkeli, karıncalaşmış çıktı.
"Nasıl tanırsın?"
Poyraz Musa daha da öfkeli.
"Çok iyi bir adam olarak tanırım."
"Olamaz bir iyi adam o kişi."
"Niçin olamasın?"
Sesi çok daha sert, öfkeli çıktı Poyraz Musanın. O anda da Ali Paşa Selimin yüzü değişti, yumşadı.
"Olamaz bir kişi iyi o. Haçan bilirim ben, görmüşüm çok insan, var idi öyle çok insan çiftliğinde dedemin. Ben görmüşüm çok insan, Abdülvahap gibi çok yalancı insan. Hem de insanoğlu insan. Görmedim o insanlar arasında böyle bir tane yalancı. Var idi dedemin Selanikte bir sarayı, Osmanlı Padişahının Sarayı gibi, kırk oda. Var idi dedemin gemileri on bir tane, pa pa pa! Yüzer idi Amerikaya kadar. Var idi dedemin bir dedesi, o bir Padişah idi. Derlerdi ona Tepedelen Ali Paşa. Dedem ben doğunca koymuş adımı Ali Paşa. Ninem gelmiş, varmiş onun da dedesi, adı Selim Paşa..."
Ali Paşa Selim konuştukça yumşuyordu. Dedesi Tepedelen Ali Paşadan söz ederken bir ancık gülümsedi bile. Elini Poyrazın omzuna dostça koydu, birlikte gittiler sedirin üstüne oturdular.
"Olunca büyük ben, olunca akilbalık, dedim, bir adam olamaz iki paşa, yeter bana Tepedelen Ali Paşanın paşalığı. Dedim ben istemem Selim Paşanın paşalığını. Dediler bana pa, pa, pa! Ben dedim onlara sağ olun. Dedim ne sağolun, Tepedelen Ali Paşanın yanına, dedim yaklaşır mı başka bir paşa. Yaklaşır mı Padişahi Osmani? Pa, pa, pa!"
Elini Poyraz Musanın dizine vurdu:
"Pa pa pa!"
"Bu Abdülvahap çok yalancıdır, öyledir?"
"Bilemem."
"Sen nasıl bilmez. O söyler bana, bende var altın madalya. O, söyler bana, İzmirde dökmüşüm ben denize. O, der bana, Yunanistanı ben dökmüşüm denize. O, söyler bana yedi düvel önümde benim diz çökmüştür, gitmiştir secdeye. O, söyler bana, ben olacak paşa, kıskanmış beni paşa Ankarada yapmamış paşa. O, söyler bana senin deden Tepedelen paşa delmemiştir baş, insan tepesi, tepe delen olmamıştır hiç bir vakit. Senin deden der bana, Ali Paşa Tepedelen köyünde dünyaya gelmiştir de olmuştur adı Albi Paşa Tepedelenli. Ben çok kızmışım, uzatmışım aha bu parmaklarımı, haçan çıkaram iki gözünü. O korkmuş benden, patlamış dudakları, patlamış yüreciği... Pa, pa, pa!
Bir şaplak daha indirdi Poyrazın dizine.
"A be Poyraz Efendi, var idi bizim memlekette bir Poyraz. Var idi çiftlik onda üç tane, şu kadar!" Şu kadar derken denizi gösterdi. Gözleri büyüyerek." Senin bir evin, bir de değirmenin var burada, öyledir?"
"Var," dedi Poyraz Musa.
"Hangi ev?"
Poyraz Musa ayağa kalktı, evi gösterirken Ali Paşa da onunla birlikte birkaç adım yürüdü:
"Bu ev benim," dedi Poyraz Musa.
"A be güzel çok bu ev," dedi. "Başka?"
"Bir de değirmen."
"Hangisi?"
Poyraz gösterdi.
Ali Paşa kahkahalarla geldi yerine oturdu.
"A be yok burada insan. Kuş bilem. Sen öğüteceksin karıncalara un? Var Karınca Adada çok karınca?"
Poyraz gülerek:
"Vardır elbet çok karınca. Siz de geldiniz ya."
Ali Paşa Selim Paşa bu sözleri duyar duymaz öyle bir ayağa fırladı ki, nerdeyse başı çınarın dalına değecekti.
"A be ben mi oturacağım bu adada! Bu hapisanede. A be burası avucumun içi kadar. A be yanyana gelir üç adam, sığmaz buraya. A ben sen deli. Kandırma beni. A be var orada bir tane nüfuscuk memuru, nah bu kadar bıyıkları, var tilki kuyruğu kadar. O bir padişah imiş Çeçenistan ülkesinde... Muharebe etmiş Rus Padişahiyla. O da söyledi bana bu adı Karınca Adası dedi bir cennet. Demedi bana o bir kuşcağızın yuvası, bir kuşun kafesi, bir insanın hapisanesi. Gelmiş o padişah, olmuş bir köyde Nüfus Memuru. Gelmiş bu köye Abdülvahap, dökmüş Yunanistanı denize İzmirde. Olmuş general paşa. Olmuş Mal Müdürü. A be nasıl bir Türkiye burası? Olur Padişah Nüfus Memuru, olur general paşa Mal Memuru, doğru?"
Doğru mu, diye sorarken yüzü allak bullaktı.
"Doğru," dedi Poyraz Musa. "O, büyük bir Handır. Onun büyük bir Han olduğunu bütün
dünya bilir."
Ali Paşa Selim Paşanın gözleri faltaşı gibi açıldı.
"Demek doğru?"
"Bu Çeçenler Kafkasyanın en büyük kıralları, padişahlarıdır. Bu Çeçenler Allahtan ateşi çalıp insanlara veren kişiyi cehennemden kaçırmış, cennete yollamışlardır."
"Haşa, haşa, Allahın cehenneminden ateşi kim çalabilir, haşa, haşa, bin kez haşa."
"Bu Çeçenler çalarlar," diye dikleşti Poyraz Musa. "Ali Paşam bu Çeçenler insan soyunun en yiğitleridir. Hiç kimseyi, kan içiçi düşmanlarını bile arkalarından vurmamışlardır."
"Pa, pa, pa," diye şaşkınlığını belirtti Ali Paşa Selim. "Pa, pa, pa!" Sonra dikleşti, "benim dedem Tepedelen Ali Paşam da hiç bir adamı arkasından vurmamıştır. Onun başını kesen düşmanını bile. Tepedelen Ali Paşa, olur benim büyük dedem, girmiş Rus ordusunun içine, almış gürzünü eline, vurmuş önüne gelen düşmanın tepesine, akşama kadar tepesini delmiş binlerce askerin. Padişah demiş, seni paşa yaptım. Sen Tepedelen Ali Paşasın. Abdülvahap da general paşa mı?. Yunanistanın hepsini denize mi?"
"General paşadır. Bütün Yunanistanı denize..."
"Yunanistanı denize dökmüş ha! Pa, pa, pa!"
"Dökmüştür."
"Pa, pa, pa! Benim dedem Ali Paşa olmuştur vezir, başvezir, sadrazam. Olmuştur padişah. Arnavutluk, Yunan padişahı... Var imiş iki yüz otuz çiftliği, altmış bir sarayı, hepsi sırça. Sizde derler sırça, sırça saray?"
"Bizde de öyle derler. İşte o Çeçen Hanı Üzeyir Hanın Kaf dağlarında sırça sarayı vardı ki, güneşe sen doğma ben doğayım, diyordu."
"Pa, pa, pa! Demek böyle bir padişah idi bu memurcuk?"
"Hem de ne padişah, Rus çarları önünde titrer, secdeye varırlardı."
"Osmanlı Padişahı dedem Tepedelenden korktu, bir gün gelir benim de tepemi deler, dedi, tuzağa düşürdü Padişah dedem Tepeleri deleni. Bir adada barış için beklerken adayı sardı Osmanlı sefineleri. Var idi dedemin beş oğlu, hepsi de kahraman. Beş oğlu da kılıçları çektiler. Dedem Tepedelen aldı eline gürzünü vurdu düşmana. Çarpıştı misali Hazreti Ali, Allahın aslanı gibi, kırk gün kırk gece, hem de şehit oldu, o anda derakap cennete uçtu gitti. Beş oğlunun başı, bir de zatının mübarek başı şimdi, İstanbulda, Ayasofya Camisinde yatar yanyana. Her cuma gecesi de gökten düşer nurlar, nah bu kadar." Kollarını açtı, "yanar başlarının üstünde ışıklar, büyük, nah bu kadar, nah bu kadar. Işıklar bütün İstanbulu aydınlatınca, İstanbullular çıkarlar evin balkonuna, pa, pa, pa! Allah iyi ki Tepedelene ışıklarını gönderiyor da, oluyor İstanbulun geceleri gündüz. Dedemin mübarek naşı da orada, memlekette kendi yaptırdığı Ulu Camide yatar."
"Çeçen Hanı Üzeyir Han da..."
"Gel," dedi, biraz yumşamış Ali Paşa Selim. "Gel Poyrazım, karındaşcığım, gel ki sana ben ne söyleyeceğim." Koluna girdi onu kiliseden yana aldı götürdü, çan kulesinin dibine gelince durdu:
"A be çok büyük bir kilise bu. Bulmuşlar, bulmuşlar para nereden? Bu evler de büyük fazla. Bulmuşlar para, bulmuşlar nereden?"