Beşiktaş, Bursaspor ve Gaziantepspor’a bir sene Avrupa Kupaları’na katılamama cezası verilmesinin doğrudan UEFA’nın Finansal Fair Play (FFP) düzenlemeleri ile ilgili olduğunu düşünmek doğru değil zira bu kuralların bizim anladığımız anlamdaki değerlendirmeleri ilk olarak önümüzdeki sezon sonunda yapılacak.
Fakat FFP, UEFA’nın kulüplere lisans verirken değerlendirdiği tek kıstas değil; beş kriterden sadece biri.
Bize her ne kadar oldukça basit gelse de UEFA her sene, Avrupa Kupaları’na katılacak takımları aşağıdaki kıstaslar ışığında test ediyor:
ve sadece bu gereklilikleri yerine getiren kulüplere Avrupa Kupaları’na katılma hakkı veriyor.
UEFA’nın konu ile ilgili resmi açıklaması şimdilik oldukça genel ve cezalar için neden olarak “kulüp lisanslama kuralları ve FFP düzenlemelerine aykırı harekette bulunma” gösteriliyor ancak dış basındaki diğer kaynaklara göre asıl neden Beşiktaş’ın kötü mali durumundan ziyade Fenrandes ve Ferrari gibi oyuncuların para alamadıkları için kulüplerinden şikayetçi olması, Bursaspor’un da Mbesuba transferinden kaynaklanan ödemeyi geciktirdiği gibi bu konuda süre içerisinde UEFA’nın verdiği kararlara da karşı koyması gösteriliyor.
Son on bir ay içinde olan bitenden herkes çok yoruldu; ben sıkıldım. Muhtemelen bu yazı da, yaşananlar ile ilgili paylaşımlarımın sonuncusu olacak. Süreçte yorulanların yorgunluğu duvara karşı konuşmaktandı fakat konuşan karşılarındaki olduğunda, onlar da duvar olmaktan geri durmadı.
Benim gibi sıkılanların sıkılma nedeni ise futbol başlığı altında kopan ve bizi her geçen gün biraz daha geriye götüren bu fırtınanın bir an önce dinmesini bekleyip bu bekleyişin bir türlü sonuç vermediğini görmek oldu.
Her bekleyiş aynı zamanda bir umuttur; biraz da istek barındırır içinde sonucun olumlu olmasına dair. Fakat bekleme uzadıkça umut azalır, istek söner. Sonra öyle bir an gelir ki ortada ne umut kalır ne istek. İşte futbolumuz ile ilgi bulunduğumuz nokta…
Sakın ola şimdi içinizden gelen “doğru, ama onlar yüzünden” sözüne kulak asmayın. Zira mevcut durumdan sadece o veya onlar değil hepimiz sorumluyuz.
Eğri oturup doğru konuşalım. Bizim sporu, futbolu falan sevdiğimiz yok. Sevseydik lisanslı sporcu oranımız yüzde birin, düzenli spor yapan oranımız ise yüzde onun altında olmazdı.
Hasbelkader bir süre İngiltere'de yaşadım. Bu sürede onların taraftarlığını, yöneticiliğini,
Siyasi partilerin amacı iktidar olmak, şirketlerin amacı kâr etmek, spor kulüplerinin amacı ise kupa kazanmaktır. Bu nedenle her kulüp kupa kazanmak ister. Hatta her sene, her katıldığı şampiyonada kupaya uzansa dahi “doydum” demez, ertesi sene yine aynı şevki taşır.
Fakat kazanılan her kupa aynı anlamı taşımaz. Kazanılan şampiyonlukların önemi ve değeri o çoğunlukla altın veya gümüşten olan zafer nişanını iki kulpundan tutup havaya kaldırana kadar geçen sürede yaşanan zorluklarla doğru orantılıdır.
Favori olduğunuz bir şampiyonayı kazanmak da güzeldir ama favori olmadığınızı kazanmak kadar değil. Çok iyi bir kadro ile şampiyon olmak da sevindiricidir ama vasat bir kadro ile olmak kadar değil. Başarınızı devam ettirmek için zafer kazanmak da sizi mutlu eder ama bir şeyleri kanıtlamak için olan kadar değil.
Bu nedenle, onları ister suçlu istersek suçsuz görelim, tarihinin en zor sezonunu geçirdiğini kabul etmemiz gereken Fenerbahçe’nin kazandığı Türkiye Kupası, sarı lacivertlilerin kazandığı en büyük değil ama en değerli kupalardan biri oldu.
Her ne kadar bu işin bir “lanete” dönüştüğünü düşünenler olduysa da kanımca son sekiz sezonda beş kez final oynayan sarı
Bu sezonun şampiyonunu belirleyecek derbide kaybeden olmayacağını çünkü iki takımın da sezon boyunca gösterdikleri başarı ve mücadele nedeniyle şampiyonluğu sonuna kadar hak ettiğini söylemiştim ama Cumartesi akşamı görüldü ki aslında hepimiz kaybettik.
Bu maça gelmeden önce, sezonun geneline bakacak olursak, her şeyden önce tüm sezonu “şike” isimli kara ve dev bir bulutun altında oynadık. Bu alevi bazen küçülttük, bazen harladık ama içten içe hep yanık tuttuk.
Fenerbahçe ve diğer kulüpleri ne suçlu ilan ettik ne akladık, sonuçta herkesi kendi hukukuna inanmaya sevk ederek kamplaştırdık, kutuplaştırdık.
Erkekler küfür ediyor, sahaya giriyor diye maçları kadın ve çocuklara karşı oynattık; kadınlar da en az karşı cinsleri kadar küfürbaz çıkınca büsbütün rezil olduk.
Sırf lige ilgi azalmasın, taraftarlar yayıncı kuruluşa olan üyeliklerini iptal etmesin diye Süper Final’i icat ettik. Futbolcuları arenadaki boğalara, taraftarları da onları seyreden kalabalıklara dönüştürerek, sabun köpüğü gibi heyecanlar yaratmak uğruna derbilerimizi değersizleştirdik.
Bazılarımız Melo Riera’yı dövünce, bazılarımız Emre Zokora’ya hakaret edince, bazılarımız Zokora Emre’den intikamını saha
Futbolda her anın, her maçın ve her sezonun kendine has bir hikâyesi vardır ama bu sezon her açıdan çok istisnai oldu.
Bu sene tecrübe ettiğimiz gibi bir dönemi muhtemelen bir daha hiç yaşamayacağız; yaşamayalım da zaten.
Üç temmuz sürecinin gölgesinde kalan, sezon içinde birçok garip uygulamanın ve üzücü olayların yaşandığı, günün sonunda da tüm takımların mağdur olduğu bu istisnai sezonda, sene sonundaki mutlu son her takım için artık “efsane” sıfatına mazhar oldu. Bugün bu unvanın sadece iki adayı var ve bu karşılaşma sadece kâğıt üzerindeki birinciyi belirleyecek zira gerçekte Fenerbahçe de Galatasaray da şampiyonluğu eşit oranda hak ettiğini hâlihazırda kanıtlamış durumda.
Sarı kırmızılılardan başlamak gerekirse, Galatasaray şayet bugün kupaya uzanırsa, hem sezonun otuz dört maçlık dönemini hem de Süper Final uzantısını rakiplerinin önünde tamamlamayı başararak adeta aynı sezonda iki kez şampiyon olmuş olacak ve mevcut başarısını kelimenin tam anlamıyla perçinleyecek. Bu açıdan bakıldığında otuz dört hafta boyunca ortaya koyduğu mücadeleyi en yakın rakibine dokuz puan fark atarak sonlandıran, bunun yanı sıra Süper Final grubunu da ilk sırada tamamlayarak büyük bir
Bugün hangi takım taraftarı olursa olsun herkesin hemfikir olduğu bir gerçek var: Türk Futbolu çok kötü durumda.
Fakat tarafların ayrıldığı nokta işleri bu noktaya getirenlerin kim olduğu.
Fenerbahçeli olmayanların büyük çoğunluğu sarı lacivertlileri Türk Futbolu’nun içine düştüğü kaosun en büyük müsebbibi olarak görüyor. Fenerbahçeliler ise son derece büyük bir haksızlıkla karşı karşıya kaldıkları iddiasında.
Şike yapıldı mı yapılmadı mı henüz bilinmiyor ve görünen o ki uzunca bir süre daha bilinmeyecek fakat şike olayından bağımsız olarak futbolumuzu iflas noktasına getiren Fenerbahçe değil, Fenerbahçe’ye hak ettiği cezayı vermeyen veya onu hak ettiği şekilde aklanmayanlardır.
Bir an için en kötü senaryoyu düşünelim. Farz edelim ki Fenerbahçe gerçekten süte su karıştırdı. Bu durumda şayet yetkili merciler Fenerbahçe’ye sezon başında gerekli cezayı verse şu an Fenerbahçe 1.Lig’de mücadele ediyor ve muhtemelen Süper Lig’e tekrar dönme hazırlıkları yapıyor olacaktı. Bu durum Fenerbahçe camiasını elbette üzerdi fakat hem kulüp hem de taraftarlar nihayetinde bir kez acı çekerdi.
Temmuz ayından beri TFF, şike olayını sürüncemede bırakarak Fenerbahçe’yi tabiri caizse
Önce kısa bir sessizlik oldu 3 Temmuz’un ardından, şaşırıldı.
Sanki o anlarda bir karar verilse kimsenin sesi çıkmayacaktı; ama doğru ama yanlış.
Sonra yavaş yavaş fısıltılar yükselmeye başladı kalabalıklardan. Bir grup davayı desteklerken diğer grup “bunlar iftiradan başka bir şey değil” dedi. Bir başkası karar için beklenmesi gerektiğini savunurken bazıları da karar vermek için hiç zaman kaybetmemek lazım diye düşündü.
Genel kanı Aziz Yıldırım ve diğer tutukluların çok geçmeden özgürlüklerine kavuşacakları yönündeydi.
Sonra fısıltılar yerini konuşmalara bıraktı. Bir taraf sözü “geçen sezonun şampiyonluğu haksız yollarla kazanıldı”ya getirirken diğer tarafta olayın basit bir şike davası olmadığı ima edildi; dava ile ilgili Ergenekon bağlantıları kuruldu.
Bu sürede TFF her ne kadar Fenerbahçe’yi Avrupa’ya göndermeyerek düşüncesinin sinyallerini verse de suskunluğunu korudu, Metris nüfusunda önemli bir değişiklik olmadı ve TFF sessiz kaldıkça tarafların sesi yükseldi.
Kış aylarına gelindiğinde yüksek sesle konuşmalar başladı. Kimilerine göre bu dava futbolun temizlenmesi için bir fırsat, kimilerine göre de futbol tarihinin en büyük haksızlıklarından biriydi. Fakat
Önce kısa bir sessizlik oldu 3 Temmuz’un ardından, şaşırıldı.
Sanki o anlarda bir karar verilse kimsenin sesi çıkmayacaktı; ama doğru ama yanlış.
Sonra yavaş yavaş fısıltılar yükselmeye başladı kalabalıklardan. Bir grup davayı desteklerken diğer grup “bunlar iftiradan başka bir şey değil” dedi. Bir başkası karar için beklenmesi gerektiğini savunurken bazıları da karar vermek için hiç zaman kaybetmemek lazım diye düşündü.
Genel kanı Aziz Yıldırım ve diğer tutukluların çok geçmeden özgürlüklerine kavuşacakları yönündeydi.
Sonra fısıltılar yerini konuşmalara bıraktı. Bir taraf sözü “geçen sezonun şampiyonluğu haksız yollarla kazanıldı”ya getirirken diğer tarafta olayın basit bir şike davası olmadığı ima edildi; dava ile ilgili Ergenekon bağlantıları kuruldu.
Bu sürede TFF her ne kadar Fenerbahçe’yi Avrupa’ya göndermeyerek düşüncesinin sinyallerini verse de suskunluğunu korudu, Metris nüfusunda önemli bir değişiklik olmadı ve TFF sessiz kaldıkça tarafların sesi yükseldi.
Kış aylarına gelindiğinde yüksek sesle konuşmalar başladı. Kimilerine göre bu dava futbolun temizlenmesi için bir fırsat, kimilerine göre de futbol tarihinin en büyük haksızlıklarından biriydi. Fakat