Bizim için hayat memat meselesi olan derbinin devre arasına denk geldi Bolton'lu Fabrice Muamba'nın kalbinin durma anı.
Yirmi üç yaşındaki futbolcu White Hart Lane'deki FA Cup çeyrek final maçında adeta ipleri bırakılmış bir kukla gibi aniden yere yığıldı; kendisine hiç bir müdahale olmadan ve etrafında kimsecikler yokken.
Muamba'nın yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide gidip gelen kader ibresinin yerini tayin etmede son derece belirleyici rol oynayan o hayati saniyelerde doktorlar futbolcuya derhal müdahale etti. O anlarda Muamba, on yıllık futbolculuk kariyerinde hiç çıkmadığı kadar zor bir maça çıkmış ve bu altı dakikalık karşılaşmada yanında her zaman sahayı paylaşmaya alıştığı futbolcu arkadaşları yerine takımının saglık ekibini bulmuştu.
Muamba'nın Azrail'le girdiği ikili mücadele sürerken teknik direktör Coyle soluğu bir anda öğrencisinin yanında aldı, neler olup bittiğini anlamak için. Muamba nefes almıyordu.
Bizim için hayat memat meselesi olan derbinin devre arasına denk geldi Bolton'lu Fabrice Muamba'nın kalbinin durma anı.
Yirmi üç yaşındaki futbolcu White Hart Lane'deki FA Cup çeyrek final maçında adeta ipleri bırakılmış bir kukla gibi aniden yere yığıldı; kendisine hiç bir müdahale olmadan ve etrafında kimsecikler yokken.
Muamba'nın yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide gidip gelen kader ibresinin yerini tayin etmede son derece belirleyici rol oynayan o hayati saniyelerde doktorlar futbolcuya derhal müdahale etti. O anlarda Muamba, on yıllık futbolculuk kariyerinde hiç çıkmadığı kadar zor bir maça çıkmış ve bu altı dakikalık karşılaşmada yanında her zaman sahayı paylaşmaya alıştığı futbolcu arkadaşları yerine takımının saglık ekibini bulmuştu.
Muamba'nın Azrail'le girdiği ikili mücadele sürerken teknik direktör Coyle soluğu bir anda öğrencisinin yanında aldı, neler olup bittiğini anlamak için. Muamba nefes almıyordu.
Bu sezonun yirmi ikinci haftası geride kaldığında, ligin üçüncü sırasındaki takım, lider Galatasaray’ın beş puan gerisinde, Fenerbahçe ile aynı puandaydı. Kimileri bu takımın ligin en iyi futbolunu oynadığını söylüyor, onu şampiyonluğun favorisi olarak göstermekte de hiç bir sakınca görmüyordu. Aynı takımın Avrupa Ligi’nde grubunu lider tamamlayarak yoluna devam etmesi, bu iddiaları içi boş temennilerden gayet makul öngörüler sınıfına sokuyordu.
Fakat bu tarihten sonra sırasıyla yaşanan, üst üste puan kayıpları, kulüp yönetimin istifası ve futbolcu sorunları bu takımı iki buçuk ay içerisinde önce hasta etti, sonra yatağa düşürdü ve nihayet komaya soktu.
Bugün Beşiktaş komada. Hastanın durumu o kadar ciddi ki, yoğun bakım ünitesine dahi alınamıyor. Zira ne bu bakımı yapabilecek bir doktor var ortada ne de bu tedaviye yanıt verebilecek bir hasta.
Siyah beyazlı kadronun mükemmel olmadığı bir gerçek. Fakat söz konusu olan kabul edilebilir bir formsuzluktan ziyade “bu futbolculardan hangisi kalsın?” sorusuna verilen yanıtın ikiyi geçmemesi ise oradaki sorunu kadronun yetersizliğinde değil takımın dinamiklerinde aramak gerek. Bir başka deyişle sorun Beşiktaş’ın ligde liderin on
Trabzonspor’un geçen sezonu mumla aradığı, Beşiktaş’ın hem idari hem de saha içindeki krizlerle boğuştuğu, çok zor bir sene geçiren Fenerbahçe’nin ise istikrar kelimesinin anlamını unuttuğu bir sezonda Galatasaray, hem sahaya yansıttığı başarılı performansı hem de bu performansı puana dönüştürmedeki ustalığıyla göz dolduruyor. Nitekim, bugün itibariyle sarı kırmızılıların puan cetvelindeki yüksek konumuna herhangi bir itirazda bulunmak söz konusu değil.
Aslında –her ne kadar bu kişi Fatih Terim de olsa- sezona yeni bir teknik direktörle, yeni bir teknik heyetle ve yepyeni bir kadroyla başlamak her takım için olduğu gibi Galatasaray için de önemli bir sorundu. Gerçekten, bu sorunun olumsuz etkisi takıma Aralık ayı başına kadar sirayet etti. Ancak hem bu “alışma” döneminin aşılması, hem de oyuncuların birbirlerine beklenenin dahi üzerinde iyi uyum göstermeleri sonucu sarı kırmızılılar otuzuncu hafta itibariyle geçen senenin şampiyonu Fenerbahçe’nin aynı dönemdeki puanına hemen hemen ulaştı.
Sezon başında yapılan ve benim de paylaştığım analizlerde Galatasaray’ın mevcut kadrosu itibariyle en büyük sorunu gol yollarında yaşayacağı öngörülüyordu. Çünkü Fatih Terim’in elindeki
Futbol, bacasız endüstri olarak adlandırıldığından beri, spor kulüpleri de ister istemez birer şirket halini aldı. Fakat fabrikası stadı, müşterisi kendi taraftarları ve piyasası mücadele ettiği lig veya şampiyonalar olan bu şirketler, ne hikmetse finansal açıdan genellikle zarar ediyor.
2009-2010 sezonu sonunda UEFA’nın 53 Avrupa ülkesinin birinci ligindeki 665 kulüp bazında yaptığı yıllık finansal incleme sonucunda, ortaya toplamda 1.6 milyon avro net zarar ve 8.4 milyon avro borç çıkması, Platini ve arkadaşlarını bu kötü gidişatın önüne geçmek için birtakım düzenlemeler yapmaya teşvik etti. Yapılan çalışmalar sonucunda ortaya yeni ancak yakın gelecekte adını çok daha sık duyacağımız bir kavram çıktı: Finansal Fair Play (FFP).
Özü itibariyle aslında oldukça teknik bir konu olan FFP'nin önemli noktalarını şu şekilde özetlemek mümkün.
Temel Prensip
FFP’nin temel prensibi kulüplerin gelirlerinden daha fazla para harcamamasını sağlamak. Bu hedefin arka planında ise kulüplerin ekonomik ve finansal kapasitelerini artırmak, kulüpleri, gelirlerini korumaya teşvik etmek, bonservis ve futbolcu ücretlerini sınırlandırmak, kulüplerde mali disiplini artırmak, altyapı
İşler yolunda giderken mevcut sorunları görmek zordur. Fakat en ufak bir tökezlemede sanki güçlü bir rüzgâr eser ve gerçeğin üzerini örten kum tanelerini bir anda ortadan kaldırır. Hele ki içinde bulunulan durum enikonu bir kaosa dönüşmüşse orada herkes adeta bir yarış içine girer; maskelerini çıkarıp gerçek yüzlerini gösterme yarışı.
Yıllardır, her şey süt liman gider veya öyle görünürken, tüm kulüp başkanlarının dillerinden düşürmediği bir tamlama vardı: Türk Futbolu. Tüm kulüpler onun her şeyden önce geldiğini savunur, tüm icraatlarını öncelikle onun için yaptıklarını iddia ederdi. Bugün, tekerleğin devrildiği ortamda ise bu tabir ancak her kulübün peşinden koştuğu kendi çıkarlarını desteklediği ölçüde kullanılıyor.
Önce Beşiktaş’ın diğer kulüplere uzattığı zeytin dallarını gördük; ardından TFF Başkan adaylığı geldi. Peki ya daha önceleri?
Sonra Trabzonspor yönetimi sahne aldı. 3 Temmuz’dan bu yana mangalda kül bırakmayan, sistemin baştan aşağıya yanlış olduğunu iddia eden bordo mavililer bir anda federasyon başkanı adaylarını desteklemedeki tek kriterinin geçtiğimiz sezonun şampiyonluk kupasının kendilerine verilmesi olduğunu söyledi; şaştım kaldım.
Peki ya
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Bu adam çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış. Çünkü öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.
"Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.
İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Gerçeği henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.
"Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için,
“Noel sonlarıyd.ı Mourinho, eşi, kızı ve oğlu ile buz pateni yapmaya gitmişti. Kızını ve oğlunu buz üzerinde kayarken izlemek için sırtını bir duvara yasladı, kız oldukça temkinli, oğlan ise daha dikkatsizdi. Görüş açısı kapandığında çocukları kontrol etmek için biraz ilerliyor,eşinin yanına döndüğünde ise ona bir öpücük veriyordu. Sık sık çocuklarına sesleniyor ve tekniklerini nasıl geliştirebilecekleri hakkında el kol işaretleri ile önerilerde bulunuyordu. Zaman zaman çoğu çocuk gibi onlar da düşüyordu; bir seferinde oğlu düştükten sonra buz üzerinde ayağa kalkmakta zorlandı. Mourinho hemen yanına koştu ve ona yardım elini uzatmaktansa ayağa kalkmak için en iyi yöntemi gösterdi. Çocuk, babasının verdiği tavsiyeleri uygulamaya çalışırken, Mourinho oğlunu hiç sıkıştırmadan bekliyor, sabırla gülümsüyordu. Çocuk tekrar düştüğünde, artık kendisine ayağa kalkma konusunda çok daha fazla güveniyordu.”[1]
Bu alıntıdaki babanın Jose Mourinho olması sadece güzel bir tesadüf. Zira burada altını çizmek istediğim nokta babanın kim olduğu değil çocuklarına davranış biçimi.
Mehmet Ali Aydınlar görev süresi boyunca devamlı eleştirildi. Bu eleştrilerin merkezinde, süreci iyi yönetememesi vardı.