Aslinda kimsenin “3 Temmuz’da başlayan süreç” ifadesiyle başlayan bir yazıya daha ihtiyacı yok fakat olaylar öylesine derinden gelişiyor ki, yaşananlara kayıtsız kalmak mümkün değil.
Olayların derinliği kadar güçlü bir bir diğer özelliği de karmaşıklığı. Nitekim tüm yaşananları izleyip, okuyup, takip ettikten sonra neler olup bittiği hakkında kesin bir yargıya varmak nerdeyse imkansız.
Ortalıkta kafası net olan binlerce insan olduğunun farkındayım ve bu kişiler her yeni gelişmeyi kendi fikirlerini güçlendirmek için kullanıyor fakat aynı gelişmenin bir olayın hem tezini hem de antitezini güçlendirmesi nasıl mümkün olabilir?
Bugün bir tarafta Aziz Yıldırım ve ilgili diğer Fenerbahçe yöneticilerinin yüz kızartıcı ve yüz yıllık kulübün itibarını zedeleyen konuşma ve faaliyetleri, diğer tarafta ise on binlerce taraftarın yanı sıra kulübün as başkanı, yöneticileri ve teknik direktörünün yapılanları haksızlık olarak değerlendirip bunlara karşı büyük bir dayanışma sergilemesi söz konusu.
Yine bir tarafta sarı lacivertlilere yöneltilen ciddi suçlamalar ve Trabzonspor’un kendini şampiyon, diğer tarafta ise Aziz Yıldırım’ın kendilerini herkes kadar suçsuz iddia etmesi
Geçen hafta PFDK Zokora’ya 3 maç ceza verince yine kızılca kıyamet koptu. Ortalığın karışmasının nedeni ise önceki maçlarda kırmızı kart gören oyunculardan Alex’e 1 maç ceza verilmesi, Elmander’in ise aldığı 2 maçlık cezanın 1’e indirilmesiydi.
Önce tüm hüsnüniyet ile 3 olayın nasıl geliştiğine ve kurumların ne şekilde karar verdiklerine bakmakta fayda var.
Ligin dokuzuncu haftasında Fenerbahçe Kadıköy’de Karabükspor’u ağırlarken, orta sahada Alex ve Nikolic’in mücadlesinde hakem Aytekin Durmaz önce Fenerbahçe lehine faule işaret etti daha sonra da Alex’in rakibine dirsek attığını düşünerek elini arka cebine götürdü.
Bu olayı görüşen PFDK, Alex’e sadece bir maç ceza verdi ve bu durum gösterdi ki PFDK hakemin kararını yanlış bulmuş ayrıca kırmızı kartın maçın altıncı dakikasında çıkmış olmasını da göz önünde bulundurmuştu.
Galatasaray-Sivasspor maçında ise Elmander’in kırmızı kart görme sebebi, Hayrettin’e arkadan yaptığı müdahaleydi. Bu olayın ardından PFDK, İsveçli oyuncuya iki maç ceza verdi ki bu karar, kurumun hakemin kararına paralel olarak Elmander’in, Futbol Disiplin Talimatı’nın (FTD) deyimiyle “sert ve ciddi bir faul” yaptığını düşündüğünü gösterdi. Fakat daha
3 Temmuz’dan bu yanabugünü bekledim. Çünkü havada uçuşan “şike yaptınız”, “şike yapmadık” tartışmalarının hiçbir anlamı yoktu benim için. Zira ne yaptınız diyenler karşı tarafı ne ile suçladığını biliyordu adam aklıllı, ne de yapmadık diyenler neyi savunduklarını. Doğrusunu söylemek gerekirse, “yaptınız ve yapmadık”tan ziyade “yapmış olmanızı istiyorum” ile” yapmamış olmamızı istiyorum”un savaşıydı tüm yaşananlar; gönül verilen renklerin gölgesinde.
Bugün ise iddianamenin açıklanmasıyla olay başka boyuta taşındı. Kimin ne ile suçlandığı ve bu suçlamaların gerekçelerinin neler olduğu kamuoyu ile paylaşıldı. Çoğu meraklı sporsever gibi dört yüz bir sayfalık iddianameyi ben de okudum ve sonunda elbette bir kannatim oluştu; hem Fenerbahçe, hem Trabzonspor hem de Beşiktaş’ın yaptıkları ile ilgili.
Fenerbahçe
İddianamenin 216 sayfası sarı lacivertlilerle ilgili ve dokümanda Aziz Yıldırım’ın adı 715, Şekip Mosturoğlu’nun adı da 244 yerde geçiyor. Fenerbahçe’nin şike ile suçlandığı maç sayısı 13.
İddianamedeki her iddia telefon kayıtları ve ifade beyanlarının yanı sıra bazı fotograflarla da desteklenmiş durumda ve lafı dolandırmadan söylemek gerekirse iddia edilen suçlamaların
Bazı maçlar vardır, oynanır geçer. Ne izleyenler doğru dürüst bir şey hatırlar, ne de bir şeyler yazacak olanlar bunu kolaylıkla yapar bu maçların ardından. Fakat dün akşam bu tür maçlardan olmadığı gibi malzeme açısından üzerinde saatlerce konuşulacak ve sayfalarca yazı yazılacak kadar cömertti Türk Telekom Arena’daki doksan dakika.
Hani derler ya “eğrisi doğrusuna denk geldi” diye, işte tam da buydu derbiyi diğer derbilerden, hatta diğer maçlardan ayıran ve onu bambaşka bir maça çeviren özellik. Fenerbahçe’nin eğrileri ile Galatasaray’ın doğruları aynı sahada buluştu ve hal böyle olunca adı derbi olsa da ortaya hiç de alışık olmadığımız bir güç farklı, pozisyon eşitsizliği ve görüntü dengesizliği çıktı.
Bu maçı iki takım açısından da tartışmak mümkün.
Önce kazanan taraf...
Fatih Terim’in dünyanın sayılı motivasyon ustalarından biri olduğunu gayet iyi biliyorduk fakat dün gece tecrübeli hocanın motivasyon başarısının yanına taktik hünerini de koyduğuna şahit olduk. Zira rakibinin sahaya savunma ağırlıklı bir kadro ile çıkacağını önceden kestiren Terim, ön liberosuz ama hücüm ağırlıklı bir kadro ile daha maçın ilk dakikasından itibaren oyunun üstünlüğünü ele
Fenerbahçe son 20 senede kaleci sorunu yaşamadı. Hatta sarı lacivertliler kaleci yönünden o kadar iyi durumdaydı ki bir dönem milli takıma giden iki kaleci de Kadıköy’dendi.
Aynı zaman zarfında savunmanın göbeğinde oynayan Uche-Hogh, Ogün-Mirkovic, Luciano-Tomas, Lugano-Edu gibi başarılı ikililer sayesinde Fenerbahçe savunmasının alarm verdiği dönem pek olmadı.
Savunmanın bir adım ilerisindeki, kendi içinde anlamsız ama bir şekilde dilimize yerleşmiş olan “ön libero” bölgesinden yana da sarı lacivertlilerin şansı çoğunlukla yaver gitti zira Kemalettin, Murat Yakın, Johnson, ile başlayıp Aurello, Appiah, Deniz Barış, Emre ve Christian gibi isimlerle devam eden bu bölgenin oyuncuları hemen hemen her sezon diğer takımlardaki meslektaşlarından daha iyi bir performans gösterdi.
Sağ ve sol kanadında Rapaiç, Tarık, Tuncay, Serhat, Rebrov ve Uğur gibi iyi fakat takımlarına devamlı katkı sağlayamayan oyuncular forma giyse de Oğuz, Okocha, Revivo ve nihayet Alex sayesinde, rakipleri mumla ararken sarı lacivertlilerin 10 numaraları daima 10 numara oldu.
Fakat iş forvete (daha doğru bir ifadeyle yırtıcı forvet) geldiğinde tabiri caizse Fenerbahçelilerin yüzü hiç gülmedi.
Önceden
Ülkemizde ziyadesiyle bulunan ama Avrupa’da olmayan kısır futbol çekişmelerimizi bir anlamda hoş görmek için“ama onlarda da başka problemler var, mesela ırkçılık” gibi saçma bahaneler buluyorduk ki haftasonunda oynanan derbiden sonra sonra bu mazeret de geçerliliğini yitirmiş oldu.
Osmanlı kültürü ile şekillenmiş bir toplum olarak bizim ırkçılık taraklarında bezimiz olduğunu düşünmüyorum fakat bu konuda garibime giden, bu tezahüratın olup olmamasından ziyade bu konuya her iki tarafın da, sahalarımızın yegane sorunuymuş gibi yaklaşması.
Biz beğenmediğimiz düdükler çalan hakemlere hep bir ağızdan küfür etmiyor muyuz? Stadımıza gelen konuk taraftarlara koltuk parçaları atıp sokaklarda onlara taşlarla, sopalarla saldırmıyor muyuz? Rakip futbolculara hatta onların ailelerine ağza alınmayacak sözler söyleyip kendi kendimizi aşağılamıyır muyuz? Bunları yaparken kılımız kıpırdamazken ırkçı tezahürat deyince neden tüylerimiz diken diken oluyor? Bir insanın annesine küfür edilmesinin, ona maymun denmesinden daha hafif olduğuna ne ara karar verdik?
Elbette gönül ister ki sadece statlarımızda değil hiç bir yerde ırkçılık olmasın. Fakat ırkçılık ile birlikte asıl kanayan
2010’un Şubat ayında Mahmut Özgener ile görüşüp aynı yılın Ağustos ayından itibaren de Türk Milli Takımı’nın başına geçen Guus Hiddink’e “bizi 2012”ye götür” veya “2012 olmasa da olur ama bizim takımı yeniden yapılandır” demedik. Çok iyi bir kariyeri olsa da en nihayetinde bir insan olduğunu unuttuğumuz Hollandalı teknik adamdan bizi hem 2012’ye götürmesini hem de takımı gençleştirmesini istedik. Bu şekilde kendi içinde bir nevi aşağılanma içeren bir talepte bulunurken, tıpkı dileği gerçekleştirilen bir padişah edasıyla kesenin ağzını da açmayı ihmal etmeyip “tek adam”a milyonlar ödemeyi kabul ettik.
Aslında bu işin Türkçesi üç kuruşa beş köfte istemekti ama ne hikmetse ne TFF yöneticilerinden ne de medyadan ciddi bir itiraz geldi bu mantıksızlığa.
İşin garip yanı Hiddink de “olmaz” demedi bu işe belki iyi niyetten belki de her fırsatta bizi suçladığı “tamamen duygusal” sebeplerden.
Velhasıl herkesin ne yardan ne de serden geçmek hoşuna gitti ama âmin denilen şeyin olmayacak bir dua olduğunun anlaşılması ile tüm sevgiler yerini nefrete, umutlar hayal kırıklığına ve heyecanlar da derin üzüntülere bıraktı. Kafalar yine ellerin arasına alındı, bir süre üzünüldü ve sonra
Bir düşman karşısında birleşmek her zaman kolaydır ve başarılı olunduğunda ortada hiçbir sorun yokmuş gibi görünür fakat herkesin gerçek yüzü yenilgilerden sonra ortaya çıkar. İşte dün gece ortaya çıkan gerçek yüzlerimiz:
Milli takımımız Hırvatistan’a elbette mağlup olabilir, hatta dün gece olduğu gibi turu kendi sahasındaki ilk maçta da kaybedebilir. Bunların hepsi futbolun içinde ve çözümü olan sorunlar. Fakat ortada yukarıda sayılanlar gibi üçüncü dünya ülkesi izlenimi uyandıran gerçekler olunca, insan bırakın geleceğe dair umutlu olmayı mevcut durumu anlamakta dahi zorluk yaşıyor.
Milli Takım Gerçeği
Yıllardır milli takımımıza bir türlü bir teşhis koyamadık. Kötüyüz derken gelen istisnai başarılar veya iyi gidiyoruz dediğimiz anda suratımıza inen tokatlar kendi gücümüzle ilgili asla kesin bir kanaate varamamamıza neden oldu. Bu yüzdendir ki milli takımımızın başarılarına aşırı seviniyor, yenilgilerinde de büyük hayal kırıklıkları yaşıyoruz.
Dünyada bazı yönleri bariz bir şekilde öne çıkmış birçok milli takım var. Örnek Almanya’nın disiplini, son yıllarda eskisi kadar bariz olmasa da İtalya’nın savunması, Brezilya’nın bireysel yetenekleri, İspanya’nın hücumu v.b.