Galatasaray, kayıplarda olduğu geçen senenin ardından (ki sonrasında yaşananlar düşünüldüğünde buna hiçbir taraftarının üzüldüğünü sanmıyorum) yeni sezon için kadrosunu tabiri caizse tepeden tırnağa yeniledi.
Sarı kırmızılılardaki değişiklikler o denli köklü oldu ki, kaleden forvete kadar tüm mevkilere yeni oyuncular alınmasının yanı sıra takımın teknik direktörü ve hatta başkanı bile yenilendi.
Transfer sezonu kapanmadan, Galatasaray’ın bir veya iki oyuncu daha alması söz konusu fakat şu ana kadar gelinen noktadan kadronun geneli ile ilgili değerlendirmeler yapmak pekâlâ mümkün; tüm mevkileri ayrı ayrı mercak altına alarak.
Fatih Terim
Fatih Terim konusuna başından beri şüphe ile yaklaşıyorum. Beni bu denli şüpheye sevk eden nedenlerin başında da alınacak her sonucun “eski Galatasaray” ile karşılaştırılacak ve bunun da takım için sağlıksız bir ortam oluşturacak olması geliyor. Nitekim karizmatik teknik adamın, Galatasaray’daki ikinci döneminde başarısız olmasının en önemli nedenlerinden biri, bu
18 yaşında Sakaryaspor’da forma giyen bir futbolcu muhtemelen her gece başını yastığa koyup gözlerini yumduğunda kendini üç büyük takımdan birinde oynarken görür; Avrupa ise henüz hayallerinde bile değildir.
Onun, İstanbul takımlarının formasını kendisine bu denli uzak görmesinin nedeni etrafında kendisi gibi binlercesinin olduğunu görmesi, orta karar bir sakatlığın dahi bu hayali ortadan kaldırabileceğini bilmesi ve bu uğurda en az yetenek ve çalışma kadar şansa da ihtiyacı olduğunun bilincinde olmasıdır. Tuncay 2002 yılında Fenerbahçe’ye transfer olarak bu hayali gerçekleştiren ender futbolculardan biri oldu. Hatta, yeni takımının en önemli isimlerinden biri olmayı da başararak bu hayalini bir adım daha öteye taşıdı.
Tuncay’ın Fenerbahçe’deki beş senelik ve içinde 40 gol barındıran başarılı kariyerinden sonra Middlesbrough’ya transfer olmasını sadece 2007 yılı gerçekleriyle değerlendirenler onun bu kararını anlamakta zorlandı ve eleştirdi; tıpkı bugün bu futbolcunun Wolfsburg’da neredeyse forma giymeden Bolton’a gitme kararını
Bir pazar sabahı ansızın başlayan şike soruşturmasında bir ay geride kaldı ve geriye dönüp baktığımda gördüğüm şey kişilerin ayaklar altına alınan itibarları.taraftarların içi boş atışmaları ve tüm atmosfere hakim olan bolca keyifsizlik. Fakat bu tarihi dönemin futbola zararı sadece yukarıdakiler gibi soyut boyutta kalmadı. Takımlar bu kaos ortamından somut olarak da oldukça olumsuz etkilendi ve olayların merkezınde Fenerbahçe olduğu için sarı lacivertliler, henüz haklarında hiç bir karar verilmese dahi geride kalan bir aylık dönemden en zararlı çıkan ekip oldu.
2 Temmuz günü, sadece Fenerbahçe taraftarlarına değil, spor kamuoyunun geneline şöyle bir kanı hakimdi: Fenerbahçe’nin geçen sene iyi bir kadrosu vardı ve bu kadro Emenike, Serdar ve Sezer gibi nokta transferler ile çok daha iyi duruma getirilmiş böylece sarı lacivertliler, başarılı kadrosunu elde tutamayan ve bu nedenle güç kaybeden Trabzonspor, yeni teknik direktörü ile yeni maceralara girişen Galatasaray ve geçen sene bekleneni veremediği için bu
Amerikalı psikolog veya bir başka ifadeyle ruh bilimci Dr. Frederic Skinner 20. yüzyılın en büyük “davranışçı”larından biridir. Skinner’in kendisine sayısız ödül kazandıran teorisine göre, insan davranışları olumlu ve olumsuz pekiştireçler (olumlu pekiştireçler, bulunduklarında bir davranışı sergilememizi [mesela yiyecek], olumsuz pekiştireçler ise bulunmadıkları zaman bir davranışı sergilememizi [mesela rahatsız edici bir ses] sağlayacak unsurlardır) çerçevesinde şekillenmekte ve bu doğrultuda, doğumunda tabiri caizse “boş bir levha”dan ibaret olan her birey hayatına, ailesinden, çevresinden ve içinde bulunduğu toplumdan öğrendikleri ile devam etmektedir. İşte Skinner, kişiliğin, aslen bu pekiştireçlerden öğrenilenlerin arasında geçen sürenin özeti olduğunu savunuyor.
Skinner kadar büyük bir psikolog olmasa da enteresan şekilde ülkemizde hemen hemen herkes tarafından bilinen ünlü Rus psikolog Ivan Pavlov’un meşhur köpek deneyi de aslında davranışçı yaklaşımın klasik koşullanma
Ne zaman bir Avrupa kupası maçı olsa içimizi garip bir heyecan kaplar. Rakibin bizden daha güçlü olduğunu bilsek bile bu tatlı heyecanın girdabına bırakmaktan alamayız kendimizi. Fakat ne zaman ki hakemin önce ilk sonra da son düdüğü çalar, arada gecen sürede başımız öne eğilir, kollarımız kucağımızda kalır ve tüm keyfimiz kaçar. Yıllar yılı bu böyle olmuştur.
Sadece Trabzonspor'un değil tüm takımlarımızın bir Benfica kadar dahi olamamasının nedeni sadece makus talih olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Bu durumun birçok nedeni var ama en önemli nedenlerden biri kendimize doğru teşhis koyamamamız ve bunun sonucu olarak tedaviye bir türlü ulaşamamamız. Şunu kabul etmek lazım ki biz güçsüzüz, zayıfiz ve rakiplere yetişebilmek için çok çaba sarf etmemiz lazım. Fakat, bu görülmeyip, bugün onlarca medya organında olduğu gibi temsilcilerimizin iyi oynadığına dair popülist yaklaşımlar sergilenir ve bu yaklaşımlar taraftarlar tarafından de benimsenirse, yüzlerce yıl geçse de
Şike davası ile ilgili kafanız net ve aklınızda hiç soru işareti yoksa, bu, yanlış yolda olduğunuzun resmidir. Çünkü her kafadan bir ses çıktığı ve rüzgarın devamlı yön değiştirdiği bir ortamda normal olan zihinlerin sürekli karışıp neyin doğru yeyin yanlış olduğu konusunda her gün yeni bir tereddüt yaşanması ve eğer bu fırtınalı denizde sizin fikir geminiz her şey yolundaymışçasına dosdoğru ilerliyorsa, karaya ayak bastığınızda büyük bir sürprizle karşılaşmanız çok güçlü bir olasılık.
Düşünüyorum da ne kadar az şey biliyoruz! Fakat bu sınırlı bilgimizle, aslına bakılırsa bir yün yumağı kadar karışık olan bir davanın tüm detayları hakkında yorum yapma ve sonuca varma yeteneğimiz de bir o kadar enteresan. Hatta fikirlerimiz o kadar güçlü ki çoğu zaman neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda hiç bir tereddüt yaşamıyoruz ve elbette böyle bir durumda kişi veya kurumlara saygı göstermek gibi bir kayıt da çekmiyoruz.
Geride kalan haftalarda yeni şampiyonlar belirleyen, kuyruğuna basılmış kedi gibi veryansın
Futbolsuz nasıl geçeceği konusunda endişeye kapıldığımız yaz aylarını, alışık olduğumuz şekilde olmasa da, futbolla bütünleştiren şike operasyonu kapsamında çok sayıda göz altı, sayısız sorgu ve birkaç da tutuklu yargılanma kararı alındı. Savcının tutuklu yargılanmalarını istediği isimlerin arasında Beşiktaşlı yönetici Serdar Adalı ve kulübün teknik direktörü Tayfur Havutçu’nun olması üzerine ise bilindiği gibi Beşiktaş yönetimi, gerçekleştirdiği toplantının ardından, geçtiğimiz sene kazanılan (veya elde edilen) Türkiye Kupası’nı TFF’ye iade etme kararı aldı.
Dava kapsamında sorgulanan veya tutuklu yargılanan kişiler ile ilgili yorum yapmak için tıpkı TFF’nin yaptığı gibi mahkemeden gelen belgeleri incelemek gerekiyor ama teknik direktörü ve bir yöneticisi şu an ceza evinde olan Beşiktaş’ın kupasını (belki de bir süreliğine) iade etme kararı hakkında yorum yapmak pekâlâ mümkün.
Son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim; bu karar yanlış çünkü Beşiktaş yönetimi için bu şekilde bir
Bir hafta önce şikeden şikayet ederken bugün keşke sadece maçlarda şike yapılsaydı noktasına geldik. Operasyon ile ilgili tüyleri diken diken edenden, yaşadığımız çağ itibariyle daha anlaşılır karşılanabilecek olana kadar bir çok senaryo var ama ben senaryolardan ziyade bana bugüne kadar tüm düşündüklerimin yanlış olduğunu gösteren gerçeklerden bahsetmek istiyorum; bu konuda yalnız olmadığımı düşünerek.
Fulbolda şikenin varlığından hep bahsediliyor, hatta bazen gösterilen olaylar son derece gerçekçi duruyordu ama ben hem bu iddiaların olur olmaz dile getirilmesi hem de ortaya somut bir kanıt konamaması nedeniyle, bu söylentilere hiç bir zaman itibar etmedim. Bana göre tüm futbol maçları sahada kazanılıyor; rakibi mağlup etmek için iyi futbolcular, 90 dakika bağıran bir taraftar grubu ve biraz da şans gerekiyordu. Bunun aksini iddia etmek benim gözümde bu adil oyunu baltalamak istercesine girişilmiş bir barbarlık, kulüp başkanların sağ duyulu açıklamalar yerine taraftarlar arasındaki çatışmayı arttıracak