Milyonlarca öğrenci yarıyıl tatiline hazırlanıyor ama sınavlara hazırlananlar için dur durak yok! Hatta tatilde, hızlandırılmış kurslara giderek tempoyu daha da artırırlarsa hiç şaşırmamak gerekir...
Liselere girişte görünen o ki taşlar henüz yerli yerine oturmadı. Oturması da zor görünüyor.
Üniversiteye girişte de durum farklı değil. Adaylar hâlâ önlerini göremiyor, sorularına cevap bulamıyor.
Bakan Yılmaz, ödevsiz tatil müjdesi verdi!
Bu konuda topu öğrencilere atmak ne kadar doğru?.. Teknolojik bağımlılık konusunda yaşanan tedirginliğe, sonuna kadar katılıyoruz ama herkesin eline tablet veren MEB değil miydi?
Hangi lise?
Hemen her konuda olduğu gibi, eğitimde de kafamız karışık. Hem de karmakarışık!
Berraklaşacağı da yok gibi!
İstanbul dışına kendinizi attığınızda, sanki günler uzuyor ve zaman daha yavaş akıyor. Üç günde dört kent, 8 ilçe gezilir ve binlerce yıllık tarihe yolculuk yapılır mı?
Kâğıt üzerinde, düşünce aşamasında bile insanı ürkütüyor ama sabahın 6’sında yollara düşüp, her gün yüzlerce kilometre yol yaparsanız, zoru başarabiliyorsunuz!
İlk durağımız Mardin’di. Kente inmeden, çevresinde biraz dolaşıp, antik kentleri gezelim istedik. Güya, çok gezen, çok bilen biri olarak, İpek Yolu üzerindeki Dara’nın adını bile duymamıştım. 1400 yıllık muhteşem bir antik kent. Kaya mezarlar bir yana Zindan diye tabir edilen eski su sarnıcı, İstanbul’daki Yerebatan Sarayı’nı da, Yedikule zindanlarını da gölgede bırakır.
Mardin havaalanına çok yakın, ölmeden önce görülecekler listesine mutlaka ekleyin. Yine aynı bölgedeki Mor Yakup ve Mor Gabriyel manastırları da bölge tarihi ve özellikle Süryani kültürünü yakından tanımak isteyenler için inanılmaz renkler sunuyor. Ayasofya’yı inşa eden Bizans Kralı Theodosios’un Süryani eşinin belli ki o bölgenin inşasında çok önemli rolü olmuş!
Süryani mihmandarımız, dünyanın en eski üniversitesinin ne Şanlıurfa’daki Harran ne de İtalya’daki Bolonya üniversiteleri
Kemal Kansu, ilim ve öğrenme aşkı, beşikten mezara, bu toprakların hakkıdır diyerek, şair Nabi’nin (1642-1712) aşağıdaki şiirini “Bunları, bugüne kadar bize öğretmeyen, öğretimsizlik sistemine ithaf ediyorum” diyor!
Bilimin önemi daha güzel ve çarpıcı anlatılamazdı.
Bakalım, kim, ne kadar anlayacak?
Gelin önce bir şiire göz atalım, sonra da o günden bugüne ne değişti, ona bakalım!
Nabi der ki:
“Ey edeb ve terbiye çimenini süsleyen fidan!
Ey babasının gözüne ve gönlüne nûr bağışlayan oğul!
Bilim toplumu olmadan dünyada söz sahibi olmamız mümkün değil!
Peki, bilim toplumu olma ihtimalimiz var mı?
Olmaması için hiçbir neden yok ama bugünkü bakış açısıyla sanki bu mümkün değil!
Çünkü bilim toplumu ve bilimsel üretkenlik lafla olmaz ve bugünden yarına gerçekleşmez!
Sabah, biz bugün bilim toplumu olacağız diye uyanıp, akşama bilim toplumu olunmaz!
Bunu, en iyi bilmesi gereken YÖK ve üniversiteler ama en uzağında onlar var!..
Şipşak unvanlar
Batılı bir ülkede, en az 30 yıllık akademik bir süreci, başarıyla tamamlamayan bir üniversitenin doktora izni alması mümkün değil. Ama bizde daha mezun bile vermeyen üniversiteler, doktoraya öğrenci alabiliyor! Kopyala-yapıştır tezlerle de unvan veriyor!
Kaç mesleğin günü var ki!
Bu konuda şanslı sayılırız.
Peki, bu yeterli mi?
Çocuk ve gençlerin de var ama halleri ortada!..
Basına yapılanları bir yana bırakıp, bugün çuvaldızın en büyüğünü isterseniz gelin önce kendimize batıralım ve şu sorulara cevap arayalım:
Ne kadar başarılıyız?
Halkın nabzını ne kadar tutabiliyoruz?
Kent olmayı hak eden en büyük ilçelerimizden biri de Lüleburgaz. Tarihi önemi müthiş.
Kanuni döneminde yapılan Mimar Sinan’ın en görkemli eserlerinden Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi de orada.
150 bine yaklaşan nüfusu, hoşgörülü halkı, şampiyonlar çıkartan eğitimli gençliği, verimli topraklarıyla Trakya’nın incilerinden biri!
Lüleburgaz’da her şey var ama sanki hâlâ çok şey eksik!
Tam anlamıyla bir çelişkiler kenti.
Belediyenin açtığı halk akademilerinde, halkı eğitmek ve meslek sahibi yapmak için yok, yok.
Damak tadının her türlüsüne ulaşabiliyorsunuz ama tanıtım ve pazarlama neredeyse sıfır.
Lüleburgaz’da dün Milli Eğitim eski bakanlarından Necdet Tekin ile birlikte Celal Pir’in moderatörlüğünü yaptığı Aykırı Sohbetler’in konuğuyduk.
Eğitimin bugününü ve yenilikçi yaklaşımları konuştuk.
Lüleburgaz, nereden bakarsanız bakın ülkemizin en aydın ve zengin ilçelerinden biri. Kültürel birikim açısından da fazlasıyla Avrupalı! Ama nedense çok da büyük olmayan salonun neredeyse üçte biri boştu! Oysa geçen ay aynı salon Canan Karatay ile tıklım tıklım doluymuş!
Tepki bize miydi yoksa eğitime olan umudun tümüyle kesildiğine miydi, anlayamadık.
Toplantıda, önemli tespitler, yorumlar ve öneriler vardı.
İşte onlardan bazı satır başları:
- Çocuklarımızı niye eğitiyoruz? Aldıkları eğitim çocukların ne işine yarıyor? Hayatını daha iyi düzenlemesi, daha çağdaş olması, daha iyi bir yaşam kalitesi için olmalı. Peki, bunu sağlayabiliyor muyuz?
- Eğitimin, çağdaş, laik, insancıl olması gerekir! Peki, böyle bir eğitim var mı?
Yapay zekâ, dijital zekâ, derin öğrenme gibi kavramlar gelişmiş ülkelerin literatürüne onlarca yıl önce girdi. Biz de ise her 10 kişiden 9’u bihaber!
MEB, YÖK, ÖSYM, TÜBİTAK, TÜBA ve üniversitelerin gündeminde olduğunu da hiç sanmıyorum. Olsa ve inansalar, arkasında dururlardı!
Dijital bir dünyaya doğru adım adım ilerliyoruz. Parası bile dijital oldu. Bitcoin’i tutana aşk olsun!
Elon Musk geçenlerde sürücüsüz otomobiliyle hava attı ama görünen o ki Hollywood senaristleri ondan 30 yıl daha ileride!
Önceki akşam Marco Brambilla’nın yönettiği, Sylvester Stallone’un boş rolünü oynadığı 1993 yapımı Demolition Man filmini izledim.
Teknolojinin yarattığı sosyal değişimi anlatan bilimkurgu kıvamındaydı ve 2036’yı anlatıyordu!
Diğer ayrıntılar bir yana, yapay zekânın filmdeki onlarca örneğinden biri olan sürücüsüz otomobillerin bugünkünden çok daha gelişmiş örnekleri 25 yıl önceki filmde fazlasıyla vardı. Tıpkı uzay yolu filmlerindeki cep ve saat telefonların artık günlük yaşamın olmazsa olmazlarından biri haline geldiği gibi!
Dünyadaki ileri teknolojik gelişmeler önce Hollywood filmleriyle kafalara kazınıyor, ardından da piyasaya sürülüyor!