Tokat, Anadolu’nun içlerinde kaybolan, gözden ırak, onlarca ufak ve şirin kentimizden biri.
Makûs talihini eğitimle kırmaya çalışıyor.
Okullaşma oranının giderek artması ve akademik kariyere yöneliş biraz da çaresizlikten.
Kişi başına düşen profesör sayısının pek çok mesleğe ve ilimize göre yüksek olduğu da kesin.
Eski YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan Tokatlıydı. Yeni Başkan Yekta Saraç da Tokatlı.
İstanbul Üniversitesi Rektörü Mahmut Ak atandığında da Tokatlı olması dikkat çekmişti.
Yeni ÖSYM Başkanı Mahmut Özer de Tokatlı olunca, harp okullarını aynı çatı altında toplayan Milli Savunma Üniversitesi Rektörü Erhan Afyoncu’nun Tokatlılığı da gündeme geldi. Ve daha pek çok Tokatlının üniversitelerde üst düzey görevlerde olduğunu biliyoruz.
Atatürk’ü anlamak için çok uzağa gitmeye gerek yok, gerçekleştirdiği devrimlere bakmak yeter de artar!
2016 yapımı Süfrajet (Diren) filmini vizyona girdiğinde izlememiştim. Önceki akşam kablolu kanallarda adeta nefes almadan izledik.
Demokrasinin beşiği denilen İngiltere’de, kadınların seçme ve seçilme hakkı için verdikleri mücadeleyi konu alıyor.
Başrollerde Carey Mulligan, Helena Bonham Carter, Meryl Streep, Ben Whishaw, Brendan Gleeson var.
Çocukluğundan itibaren bir çamaşırhanede çalışan Maud Watts (Carey Mulligan), tesadüfler sonucunda, kadınların oy verme hakkı için mücadele eden süfrajetlere katılır ve yaşamı altüst olur.
Bu durum, eşi, komşuları, iş arkadaşları tarafından hiç hoş karşılanmasa da Emmeline Pankhurst (Meryl Streep) gibi öncü figürlerin yönlendirmesiyle, Maud ve diğer kadınlar, seslerini duyurmak için medyatik eylemler yapmaya karar verir ve bunu hayata geçirirler.
Parlamento kendilerini dinler ama alay konusu haline getirir, medyanın ilgisi yok denecek kadar azdır, polisin uyguladığı baskı ve şiddet inanılmaz boyutlardadır.
Milletleri millet yapan değerler vardır.
Vatan, millet, bayrak bunların en başında geliyor.
Etnik köken, din, demokrasi, insan hakları, laiklik, hukuk, özgürlükler ve daha pek çok değer var ve sıralaması da ülkeden ülkeye değişiyor.
Peki, bizi birbirimize kaynaştıran, tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek yürek haline getiren yapıştırıcılarımız neler?
Prof. Dr. Cezmi Eraslan tarafından hazırlanan ve Üsküdar Belediyesi tarafından basılan Sultan II. Abdülhamid Döneminde Eğitim isimli eseri bir solukta okudum.
Bir asır önce ile bugünü kıyasladığınızda şaşırtıcı benzerlikler var!
Sultan Abdülhamid (1842-1918), Osmanlı İmparatorluğu’nu çağa ayak uydurmak ve devletin varlığını devam ettirmek için eğitimde ciddi reformlara imza atmış. Ama çoğu kalıcı olmamış. Her defasında, tutucu çevrelerin baskısıyla geri adım atmak zorunda kalmış.
Tanzimat’la gelen kazanımlar günah işliyoruz diye yerle bir edilmiş, pozitif bilimler ile dini eğitim arasında, adeta bir güç savaşına girişilmiş.
Dibe vuran eğitim sistemi- mizi kim bu hale getirdi diye cadı avına çıkıp kabahatli arıyoruz.
Siyasetçiler mi? Asla, onlar hiç hata yapar mı! Bürokratlar mı? Söz konusu bile olamaz! Veliler mi? Onlar çocukları için her zaman en iyisini ister!
Medya mı? Eğitim ve bilim ne zaman onların umurunda oldu ki! Yoksa öğretmenler mi? Niye olmasın ki! Ne mesleklerini seviyorlar ne ülkelerini! Vurun o zaman abalıya!..
İdealizm öldü mü?
Eğitimdeki kalite erozyonu tartışıldıkça, öğretmenlerimizin yeterince idealist olmadığına yönelik söylemler artmaya başladı.
Peki, öyle mi? Daha doğrusu, onlar mı idealist değil, yoksa var olan idealizmleri de öldürüldü mü?..
İdealizm, bir öğretmende olmazsa olmazların başında gelir.
Akademik kariyerli birini görünce, “Tamam işte, bu eğitimin piri” diyoruz. Oysa yüzde 99’unun pedagojiyle uzaktan yakından ilgisi yok!
MEB, YÖK ve ÖSYM’de yeni sınav sistemine karar verenlerin kaçı ortaokulda, lisede öğretmen olarak derse girdi, hangileri, öğrencileri ne kadar tanıyor?
Kaçı eğitim bilimci? Kaçı, daha önceki sınavların analizlerini pedagojik anlamda değerlendirdi?..
Kaçının, bugün kaldırılan sistemlerin altında imzası bulunuyor?
Eğitimde, değişmeyen temel bir kural var:
Öğrenci o dersin kendi yaşamına bir katkısı olacağına inanmıyorsa, asla öğrenmez, sadece sınıf geçmek ve yüksek puan almak için çalışır.
Bizde şu anda yapılan da budur.
TEOG, YGS, LYS, ÜGS derken, sınavla yatar, sınavla kalkar olduk.
Kuzey Irak’ta savaşın eşiğine geldik, kimsenin umurunda değil.
Milyonlarca öğrenci, öğretmen ve velinin kafası karmakarışık.
Lise ve üniversiteye girişte YÖK ve MEB’in bile kesin olarak bilmediği bir sistemle karşı karşıyayız.
MEB ve YÖK açıklama üstüne açıklama yapıp, “Yazılanlar doğru değil” diyor ama doğrusu ne, bunu kendileri de bilmiyor!
Bu yıl sınava girecek öğrenciler bir anlamda kobay olacak. Çünkü sınavın yerli yerine oturması zaman alacak.
Peki, yeni getirilecek sistemler kalıcı olur mu?
Eğitimin kalitesi dibe vurdu, işsizlik tavan yaptı, biz hâlâ sınavları tartışıyoruz. Tıpkı 1453 baharında, düştü düşecek olan Bizans İmparatorluğu gibi.
Onlar, Fatih Sultan Mehmet kapıya dayandığında, melekler erkek mi, yoksa dişi mi diye tartışıyordu!
Şimdi biz de günlerdir sınavları konuşuyoruz.
Kalksa ne olacak, kalkmasa ne olacak ya da sayılarının azalması neyi değiştirecek?
Türk eğitim sisteminin onlarca sorunu var.
Sınavlar onlardan sadece biri.
Örneğin, ciddi anlamda öğretmen sorunumuz var. Kalite adına söylenecek söz bulunamıyor ama en önemlisi de en iyi okullardan mezun olsanız da iş yokkk...
MEB, YÖK ve ÖSYM boşa kürek çekmenin ötesinde hiçbir işe yaramıyor.
YÖK’ün de MEB’den hiç farkı yok.
Sürekli yaz-boz yapıyor.
Üniversiteye giriş daha önce tıpkı şimdi yapmak istedikleri gibi tek basamaklı ve basitti.
Bugünkü karma karışık hale getiren yine kendileri oldu.
Beş yıl sonra bu tek basamaklı basit bir sınavla olmuyor deyip tekrar bugünkü sisteme dönerlerse hiç şaşırtıcı olmaz.
Deneme yanılma yöntemiyle öğrenme şekli, ilk çağlarda kalsa da, biz hâlâ deneye deneye doğruyu bulmaya çalışıyoruz ki, bunu bile elimize yüzümüze bulaştırıyoruz.