Son 50 yıldır Isparta demek Demirel, Demirel demek de Isparta’ydı.
Ve sanki bu daha uzun yıllar böyle devam edecek.
93. doğum yıl dönümü önceki gün Isparta’da etkinliklerle kutlandı.
Sabah mezarı başında anıldı, akşamüstü de adını taşıyan üniversitede bir panel düzenlendi.
Her iki etkinlik de kalabalıktı. Seveni hâlâ çok.
Hem de artık anılardan başka verecek hiçbir şeyi olmamasına rağmen!
Tüm diğer siyasetçi ya da yöneticilere olduğu gibi, aktif siyaset döneminde, Demirel’e de hiç yakın olmadım. Öğrencilik yıllarımızda MC’li hükümetler döneminde canımızı çok yaktı ama emeklilik döneminde, her 6 ayda bir kendisiyle farklı üniversitelerde Genç Bakış yaptık.
Eğitim her yerde sorun ama bizim gibi genç nüfusun yoğun olduğu ülkelerde daha büyük bir sorun! Çünkü hızla gelişen teknolojinin çocuk ve gençler üzerindeki rolü, aileyi de okulu da silindir gibi ezdi geçti!
Sosyal medya ve dijital öğrenme, gençler arasında, eğitimi sorgular hale getirdi.
Her bilgiye internetten rahatlıkla ulaşabiliyorsak, okula ne gerek var diyenlerin sayısı artıyor.
Bu yüzden eğitim ve öğretimin tarifinin yeniden yapılması ve öneminin hatırlatılması gerekiyor.
Eğitim ve öğretim iki ayaklı bir süreç. Öğrenmeyi, öyle ya da böyle, her ortamda gerçekleştirebilirsiniz, peki ya eğitim?
Son yıllarda, sınav odaklı eğitim yüzünden tüm dikkatimizi testlere yönelttik. Hangi dersten kaç soru sorulsun, tek basamaklı mı, çok basamaklı mı olsun, bunları tartıştık.
Asıl büyük resmi hiç göremedik. Sorunların bu kadar büyük olması biraz da bu yüzden!
Eğitim, hayatın kendisi demekken, onu ıskaladık.
YÖK, üniversiteye girişi eline yüzüne bulaştırdı.
Görünen o ki doçentlik konusunda da olması gerekenden çok, kendilerinden isteneni yerine getirmeye çalışıyorlar.
Bu çerçevede, ilgili paydaşlara 7 soru yöneltti. Onlara geçmeden, mevcut duruma bir göz atalım:
Doçentlik sınavı, eser incelemesi ve sözlü sınav olmak üzere iki aşamalı gerçekleşiyor.
Başvuru koşullarını yerine getiren adayların her biri için Üniversitelerarası Kurul’ca (ÜAK) elektronik kurayla belirlenen jüri tarafından, önce eser incelemesi yapılıyor, ardından da sözlü sınavda başarılı olan adaylara doçent unvanı veriliyor. Doçentlik kadro atama süreci ise üniversite senatolarınca belirlenen ve YÖK’ün onayladığı kriterlere göre gerçekleşiyor.
İstismara açık!
YÖK’ün görüş istediği konular ve kafalara takılan sorular şöyle:
1)
Cumhu- riyet’i anlamak için, Cumhuriyet öncesini iyi bilmek gerekir.
Daha da önemlisi, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet olmasaydı, 1923 koşullarında nasıl bir Türkiye olurdu?
Ankara Üniversitesi İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Temuçin Ertan ve Sinan Meydan ile birlikte, önceki akşam, Sarıyer Belediyesi’nin ev sahipliğinde Cumhuriyet öncesi ve hemen sonrası dönemi konuştuk. Müthiş anekdotlar vardı...
Hani bazen böylesi ayrıntılar anlatılmaz, izlenir denir ya, işte öyle bir şey!
Peki, yeterince ilgi var mıydı? Evet demek çok zor!
Sarıyer bile böyle ise gerisini siz düşünün demiyoruz ama Cumhuriyet’e olan bu ilgisizliğe ne olur artık mazeret aramayalım!..
Paneli ben yönettim. Ertan ve Meydan ayrıntılara girdi.
Üniversite kurmak, eğer hakkını vermek isterseniz, dünyanın en zor ve en pahalı yatırımı.
Ne kadar çok para harcarsanız harcayın, hiç görünmez, tıpkı dipsiz kuyu gibi yüz milyonlarca doları yutar, yine de yetmez!
Bir ömür verirsiniz ve hâlâ “Ooo daha çok yenisiniz” derler. Çünkü onlarca, yüzlerce yıl önce kurulanların yanında hep çömez kalırsınız!
Ülkemizdeki 180 üniversiteden 160’ının kuruluşuna tanıklık ettim. Pek çoğunun büyüyüp, kök salmasını çok yakından izledim...
Bunlardan biri de daha 10. yılını bile doldurmayan Hasan Kalyoncu Üniversitesi!
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun ilk vakıf üniversitesini açmak rahmetli Hasan Kalyoncu’nun en büyük hayaliydi.
Temel atma töreni için davetiyeler basıldığında, ani ölümü, tam bir şok etkisi yarattı...
Ataerkil bir toplum- dan geldiğimiz için her şeyin en iyisini bilirim edasıyla, ben yaptım oldu demeye bayılıyoruz.
Evde baba, askerde komutan, işyerinde müdür, okulda öğretmen, siyasette lider, maçta hakem ne derse, o oluyor.
Belki bazı meslekler ya da bazı ortamlarda tek ses olma zorunluluğu var ama ona rağmen arayışlar sürüyor.
Örneğin, maçlarda tek hakem yetmedi ki yan hakemler, masa hakemleri derken şimdi de sanal hakemler geldi...
Ama eğitim söz konusu olduğunda, ben ne istersem o olur dayatması içerisine girmekten asla vazgeçmiyoruz.
En tepeden en aşağıya doğru, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, YÖK Başkanı, ÖSYM Başkanı, Milli Eğitim Müdürü, Okul Müdürü ne derse o oluyor.
Peki ya diğer paydaşlar, örneğin öğretmen, öğrenci, veli ne düşünüyor, bu kimsenin umurunda değil.
Üniversiteye girişte neredeyse tüm kurallar, tüm testler kaldırıldı.
İsteyen istediği yere girebilecek.
Yeter ki barajı aşacak kadar Türkçe-Matematik yapın!
Örneğin iki yıllık meslek yüksekokulları için ne Sosyal Bilimler söz konusu ne de Fen Bilimleri!
Lisans bölümleri için de durum farklı değil!
Pek çok bölüme girmek için pek çok dersin adı bile yok!
Peki, bu, adaylara özgürlük mü getiriyor yoksa herkese mavi boncuk mu dağıtıyor?
Daha da önemlisi, adaylar, üniversiteye girmeden önce, gireceği alanla ilgili belirli bir yeterliliğe sahip olmalı mı yoksa o yeterliliği üniversitede mi kazanmalı?
Sınavlar konusunda sular durulmak bilmiyor. YÖK ortaya öyle bir sınav sistemi koydu ki itiraz etmeyen kalmadı.
Eleştirenler kervanına Cumhurbaşkanı Erdoğan da katıldı. Erdoğan, 4 konuda YÖK’ü uyardı, mağduriyetler giderilsin dedi!
Yakında yeni bir revizyon daha gelirse, hiç şaşırtıcı olmaz!..
Tıpkı Levent Kırca’nın parodilerinde olduğu gibi, değişikliklerin daha ne olduğunu anlamadan, yeni değişiklikler geliyor.
Ne olur yeter artık! Sınav yorgunu haline geldik.
Eğitimi ve ülkeyi unuttuk, on milyonlarca veli, öğretmen, öğrenci, sınavlarla yatıp, bugün ne değişiklik olacak diye uyanıyor...
Neden böyle?
Daha önce defalarca şahit olduk, aceleye getirilerek yapılan sistemlerin hiçbiri kalıcı olmuyor.