Çağımızın en değerli hazinesi, iyi yetişmiş insan gücü.
Genç nüfus da bu sıralamada en başlarda geliyor.
Ama çok daha önemlisi, insan gücü planlaması.
Yani ne kadar çok kalifiye elamanınız olursa olsun, eğer onlara istihdam olanağı sağlayamıyorsanız, ortaya derin bir hayal kırıklığı çıkıyor.
Öylesine garip bir noktadayız ki bazı alanlarda yüz binlerce yetişmiş insan gücü fazlamız varken, bazı alanlarda kalifiye eleman bulamıyoruz.
Bu konudaki en çarpıcı tespit ise tanımlanmış ve eğitimi yapılan meslek çeşitliliği.
Meslekler yelpazesinde, bizdeki meslek çeşitliliği bini bile bulmazken, gelişmiş ülkelerde on binin üzerinde.
Hemen her şeye o kadar kolay ulaşıyoruz ki yenisini, farklısını, daha iyisini yapmak konusunda zerre kadar çaba harcamıyoruz.
Anayasamız Fransız ve İsviçre anayasasının bir taklidiymiş, eğitim sistemimiz Alman, İngiliz, Amerikan karışımı, ekonomide milli olan bir şey yok gibi; televizyon dizileri ve yarışmaları baştan aşağı taklit; spor ve sporculardan devşirme olmayan yok denecek kadar az; sanayimiz Alman, Fransız, İtalyan; tarım ve tohumculuk İspanyol ve İsraillilere teslim; saatimiz Araplara uyumlu; yaşam tarzımız da tam bir alaturka...
Milli sanayi, milli eğitim, milli savunma, milli o, bu, şu deyip duruyoruz da gerçekten de milli olan neyimiz kaldı?
Milli olmaktan niye bu kadar kaçıyor, bazen de kim daha çok milli yarışına niye giriyoruz?
Millilik utanç duyulacak bir şey değil, tam aksine onur duyulacak bir kavram.
Peki o zaman altını niye doldurmuyoruz?..
Lafla milli olunmaz!
Önünde “milli” sıfatı olan iki bakanlığımız var.
Siyaset dışında yazacak, konuşulacak ne var ki diyenlere, binlerce konu başlığı sıralayabiliriz. Dijitalleşme de onlardan biri. Adeta, hayatımızı esir aldı. Görünen o ki daha da alacak.
Fujitsu tarafından küresel çapta yaptırılan araştırmaya göre, önümüzdeki 5 yıl içerisinde, şirketlerin neredeyse tamamı, dijital evrim geçirmek zorundaymış, yoksa ayakta kalmaları mümkün değilmiş!
Dünyanın en büyük şirketlerine göz attığınızda da bunu çok net görebiliyorsunuz.
Listenin en tepesinde, yüzlerce yıllık sanayi devleri değil, son 30 yılda kurulan dijitaller var.
Eğitimde de farklı bir durum yok.
Tıpkı evlerimizde ve yaşamın genelinde olduğu gibi hızla dijitalleşiyoruz.
Bu da bir anlamda bizi bu alanda daha hızlı yenilik yapmaya zorunlu kılıyor!
ÖSYM’nin yaptığı hayati derecede önemli sınavlara hemen her yıl milyonlarca genç giriyor.
Hepsinde de sınav sırasında tuvalete gitmek yasak!
Giderseniz, sınavınız yanar ve tüm hayallerinize veda etmek zorunda kalırsınız...
Ders ya da sınav sırasında, tuvalet izni vermek ya da vermemek, tıpkı dayak ve disiplin cezaları gibi eğitimin, temel tartışma konularından biri.
Katı eğitim anlayışına sahip ülkeler ya da öğretmenler tuvalet iznine ısrarla karşı çıkarlar.
Daha esnek olanlar ise tuvalete gitmenin insani bir ihtiyaç olduğunu ve kısıtlanamayacağını savunur.
Tuvalet iznini istismar edenler gibi, katı kurallar yüzünden zor duruma düşen öğrenciler çok olmuştur.
Hemen her konuda kafa karışıklığımız var ama işin içine tarih girince kavramlar altüst oluyor.
Örneğin, bir kalıntı bulunuyor, üç beş milyon yıldan bahsediliyor.
Ya da antik kentlerle ilgili bilgiler verilirken en az 5 bin yıldan söz ediliyor.
Diğer canlılar bir yana, insanoğlu ne zamandır var?
Bu konuda da çok farklı söylentiler var ve olaya nereden baktığınıza göre, yıllar ya daha da gerilere gidiyor ya da olabildiğince azalıyor.
Bu da kafaları karıştırmaya yetiyor da artıyor.
Kaldırımlardan vazgeçip, yine gereksiz bir konuya mı kafa yoruyorsun diyenler mutlaka çıkacaktır. Ama tarih çok önemli!
Birkaç okurumuz, dünkü yazıma atfen, kaldırım gibi sıradan işleri bırak da daha ciddi konularla uğraş diye mesaj göndermiş.
Gazeteciliğe başladığımda, ille de eğitim dediğimde de, aynı tepkiyle karşılaşmıştım. Çünkü eğitim muhabirliği, eğitim servisi, eğitim sayfası da yoktu, eğitimi ciddiye alan da...
Siyaset, ekonomi, dış haberler, spor, kültür sanat, polis-adliye, magazin gibi çok popüler alanlar varken, eğitim de neyin nesiydi, kimi ilgilendirirdi, kim okurdu!..
Önemli olan kendi doğrularımdı. Eğitimde karar kıldım ve o gün bugündür eğitim yazıyorum.
Arada bir de kaldırımlar gibi yine önemsiz konularla uğraşıyorum!..
Kaldırım bir ülkenin aynasıdır!
Kaldırımları, daha doğrusu detayları, eğitimi ve her şeyden önce de insan olmayı niye çok önemsiyorum?
üyük projelere bayılıyoruz.
Dünyanın en büyük adliyesini, havaalanını, hastanesini yaptık, yapmaya da devam ediyoruz.
Hani, okyanusu geçip de derede boğulmak diye bir deyim var ya, tam bize göre.
Devasa binalar, otoyollar, köprüler, barajlar, yer altından KKTC’ye olduğu gibi su kanalları döşüyoruz, Marmaray’da olduğu gibi kıtaları birbirine birleştiriyoruz...
Ama gelin görün ki şehir içi yol ve kaldırımlarımız tam bir felaket.
Kentleri yönetenlerin ayağı hiç yere basmadığı için olup bitenlerden haberdar olmamaları çok doğal!
Peki ya asıl işi bu olanlar?..
Her şehre en az bir üniversite açtık.
Hatta bazılarına onlarca...
İstanbul’daki üniversite sayısı 50’yi aştı!
Sayıları 200’e yaklaşan üniversiteler, ilime, bilime, teknolojiye, Ar-Ge’ye duyduğumuz sevdadan mı, yoksa altın yumurtlayan tavuk olduğu için mi açıldılar?
Eskiden politikacılardan fabrika, askeri birlik, şehirler arası yol istenirdi.
Bugün ise ilk sırada üniversiteler geliyor...
Hemen her yıl 20-30 üniversite açıyoruz.