YAKINDA 18 üniversitede rektörlük seçimi var. En fazla oy alan 6 aday belirlenip YÖK'e bildirilecek. Onlar da 3'ünü eleyip kalan 3 adayı Cumhurbaşkanı Demirel'e sunacak. Cumhurbaşkanı da bu adaylardan birini rektör olarak atayacak.
YÖK'ten önce, üniversitelerde gerçek anlamda seçim vardı. YÖK'ten sonra uzun süre atama yöntemi benimsendi. Ama atanan rektörlerden pek çoğu o kadar yetersizdi ki, YÖK bile atadığı rektörlerden utanır hale geldi. Birçoğunu da kendi görevden aldı. Bu arada yeni kurulan üniversitelere hükümet tarafından atanan kurucu rektörlerin partizanlığı ve beceriksizliği de ayyuka çıktı.
Atama sisteminin iflas etmesi, seçim sistemini yeniden gündeme getirdi. Ama danışıklı seçimin çare olmadığı da kısa sürede anlaşıldı.
İlk seçimlerde, en fazla şikayet edilen rektörler, bu kez atamayla değil, seçimle işbaşına geldiler. Gelmesi de doğaldı, çünkü bütün tezgah seçimlere göre ayarlanmış, oy verecekler çoğaltılıp, muhalifler eritilmişti. Bu yüzden üniversitelerde akademik düzeye hiç yakışmayacak görüntüler yaşanmaya başladı.
ÖYLESİNE bir dönemden geçiyoruz ki, başımızı nereye çevirsek yüreğimiz yanıyor. Bir yanda Cumhuriyet'in temelini yıkmaya çalışan irtica bezirganları, öte yanda çeteler. Dört bir koldan, hem içerden ve hem dışardan Türkiye'yi zora sokmak için adeta elbirliği yapılmış. Bütün bunları önlemesi gerekenler ise bir batağa saplanmış çırpınıp duruyorlar...
İşte böylesi bir ortamda Atatürk'ün söyledikleri bir başka anlam taşıyor. Gelin bugün O'nun sözlerine bir kez daha kulak verelim ve uzun uzun düşünelim...
* Bir ulus, sımsıkı birbirine bağlı olmayı bildikçe, onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez.
* Devlet iradesi işlemez olursa, kişilerin özgürlüğünü koruyacak hiçbir güç kalmaz.
* Gerçekleri konuşmaktan korkmayınız.
* Bir ulus savaş alanlarında ne kadar zafer kazansa da, o zaferin sürekli sonuçlar vermesi ancak eğitim ve kültür ordusu ile mümkündür.
* Barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur.
EK kontenjan sonuçları bugün yarın açıklanacak. Bu sayede üniversiteler, eksik öğrenciyle öğrenim yapmaktan kurtulacaklar. Bilindiği gibi, ek kontenjanla ikinci bir yerleştirme yapılmasının nedeni, milyonlarca öğrenci üniversite önünde beklerken, sıraların boş kalmamasıydı. Ama ne kadarı dolacak hep birlikte göreceğiz...
Bilgi Üniversitesi, vakıf üniversitelerini kapsayan çok ilginç bir araştırma yapmış. Üniversitelerin kontenjanı ile kayıt oranlarını karşılaştırmış. Öyle üniversiteler var ki, birinci kayıt döneminde kontenjanının sadece ve sadece yüzde 9'unu doldurabilmiş. İki yıllık meslek yüksek okullarında kayıt oranı yüzde 6'ya kadar düşmüş.
Düşünün bir üniversite açılıyor ve kontenjanının tamamına yakınını dolduramıyor. Hangi sektörde olursa olsun böyle bir kurum kolay kolay ayakta kalabilir mi?.. Bu durum, vakıf üniversitesi kurucularını, TBMM'de onları yasallaştıranları ve uygun ortam var mı yok mu diye hiç araştırma yapmadan öğretime başlama izni verenleri hiç rahatsız etmiyor mu?..
Vakıf üniversiteleri Türkiye için hayati
Üzerinde en fazla oynanan mesleklerin başında öğretmenlik geliyor. Dünden bugüne bakıldığında, hukuk, tıp, ekonomi, mühendislik eğitiminde hemen hemen hiç değişiklik olmadığı halde, öğretmen yetiştirme düzenimiz sürekli değişti.
Muamlim okullarından, eğitim fakültelerine gelinceye kadar, öğretmen okulları, köy enstitüleri, yükseköğretmen okulları, eğitim enstitüleri dönemleri yaşandı. Bazen 3 yıllık liselerde, bazen de 3 aylık hızlandırılmış kurslarda öğretmen yetiştirildi.
İlk ve orta dereceli okullar için durum böyle de, üniversiteler için farklı mı? Alın birini vurun diğerine. Hangi ülkeye gitseniz bir tek akademik yükselme şekli vardır. Oysa bizde en az 10 değişik yöntemle profesör olmuşlar var. Tek bir yabancı dil dahi bilmeyen, hatta üniversite mezunu bile olmayan kişilerin zamanında yasayla profesör yapıldıklarını hatırlatırsak, gerisini siz düşünün.
İTÜ eski Rektörü Prof. Dr. Kemal Kafalı, bir söyleşimizde "Eğer üniversiteleri çökertmek, saygınlıklarını azaltmak istiyorsanız, akademik hiyeraşiyle oynayın. Profesörlüğü
ÜNİVERSİTE giriş sisteminde yapılan değişikliğin sancıları sürüyor. Öğrenci ve veliler, olayın farkına vardıkça da tepkilerin dozu giderek artıyor.
"Geri adım atılması kesinlikle söz konusu değil" denilirken, lisede alan değiştirme serbest bırakıldı. Yakında yine bir defaya mahsus olmak üzere, mahkeme kararıyla da olsa, alan puanı yelpazesi genişletilirse hiç şaşırmamak gerekir.
Aklın yolu bir. Ama YÖK bunu görmüyor. Siz, düne kadar örneğin Hukuk ve Kamu Yönetimi'ne Sosyal (S) puanıyla öğrenci alacaksınız. Öğrenci ona göre alan seçecek. Sonra da kalkıp, "Hukuk ve Kamu Yönetimi'ne bundan böyle Türkçe - Matematik (TM) puanıyla öğrenci alacağım. Daha önceki uygulamalarımızı dikkate alıp Sosyal'i seçenlerin mağduriyeti de bizi hiç ilgilendirmez" diyeceksiniz. Olmaz böyle şey!
Eğer Türkiye demokratik bir hukuk devletiyse, ben yaptım oldu mantığı geri teper. Tepecektir de...
Daha önce de defalarca yazdık. Yeni sınav sistemi pek çok açıdan mükemmel özellikler taşıyor. Ufak tefek rötuşlarla uzun ömürlü
İNSANLARIN yaşamında çok önemli kilometre taşları vardır. Gün gelir kendileri ya da başkaları için çok önemli kararlar vermek zorunda kalırlar...
Bugüne kadar milyonlarca öğrencinin geleceğine öyle ya da böyle yön verdik. Gün oldu Türk eğitim sistemine yön veren kararlarda etkimiz oldu...
Ama şimdi kendimle ilgili çok önemli karar arifesindeyim. Meğer önemli kararlar vermek ne kadar zormuş...
Bugüne kadar her konuda şefaf oldum. Yazmam gerekeni, gazetecilik dürtüsüyle, ucu kime dokunur diye hiç çekinmeden hep yazdım. Bu kez kendim söz konusuyum ve yaşadığım sıkıntıyı da, içtenlikle sizlerle paylaşma gereği hissettim. Umarım kimseyi kırmam, dökmem!..
Belki duydunuz, belki duymadınız. Ama kesin olan bir şey varsa, 30 yıldır okuduğum, 20 yıldır çalıştığım Milliyet satıldı. Ben Milliyet'e Aydın Doğan'dan hemen sonra geldim. Patron olarak hep onu gördüm, onu tanıdım. Milliyet'in yeni patronu ise Korkmaz Yiğit. Hakkında bildiğim tek şey, eğitime gönül veren biri olduğu...
 
ANNE babalarla yapılan anketlerde kendileri için en değerli varlığın çocukları olduğu ortaya çıkıyor. Her şey bir yana, çocukları bir yana. Onlar için yapamayacakları hiçbir şey yoktur. Yeter ki çocukları mutlu olsun...
Peki ya çocuklar için en değerli varlıklar anne - babaları mı? İşte bu tartışılır. Onlar için değer kavramları, ortama ve yaşa göre öylesine sık değişiyor ki, çoğu zaman kendileri de şaşırıyorlar...
Ebeveynlerle çocuklar arasındaki diyalog açısından Batılı ülkelerle bir kıyaslama yapıldığında her şeye rağmen çok daha farklı durumdayız. Geleneksel ataerkil Türk aile yapısı nedeniyle ilişkiler, sevgi ve saygıdan çok karşılıklı fedakarlığa dayanıyor. Pek çok aile hala çocuğunu, yaşlılık günlerinin bir sigortası olarak görüyor. Elden ayaktan düşünce onlara bakar diye düşünüyor.
Batılı ülkelerdeki "çalışsın kazansın" anlayışı ise, izleri görünse de pek benimsenmiş değil. Aile yapımızda, anne - baba çocuğu için ne kadar çok fedakarlık yaparsa, görevini o kadar çok yerine getirmiş sayıyor. Yemiyor yediriyor, giymiyor
MİLLİYET Eğitim Servisi olarak, bu yıl tüm ödülleri topladık desek, herhalde abartılı olmaz. Önce Türk Eğitim Derneği (TED) Zonguldak Lisesi'nden, ardından İstanbul ve Marmara Üniversitesi İletişim fakültelerinden, dün de Kacaeli Üniversitesi'nden başarı ödülleri aldık. Bu arada çok sayıda sivil toplum örgütü de benzeri şilt ve plaketlerle bizleri ödüllendirdi. Hepsine bir kez daha "eğitim" adına şükranlarımızı sunuyoruz.
Aslında ödüller bize değil, eğitime. Bu yüzden mütavazılığı bir kenara bırakarak eğitim adına gururlanıyoruz. Çünkü düne kadar adı, esamesi okunmayan eğitim artık her platformda ödüllendiriliyor. Bu durum eğitime gönül veren bizler kadar, aydınlık Türkiye özlemi duyan herkesi sevindiriyor...
Kendi alanınındaki başarılı hizmetleri nedeniyle bizimle ödül alanlar arasında Fikret Bila, Uğur Dündar, Levent Kırca ve Sezen Aksu da vardı. Türkiye'nin kendi alanlarında tartışmasız bu en değerli isimlerini biz de canı gönülden kutluyoruz.
Sezen Aksu'nun dediği gibi, bu ödüller bize büyük sorumluluk yükledi. Bu ödülleri