TONY Blair'le üzerinde güneş batmayan imparatorluklarını yeniden canlandırmaya çalışan İngilizlerin bu konudaki en büyük silahı eğitim. "Daha iyi eğitim ve daha iyi bir gelecek" sloganıyla iktidara gelen Blair, bu alanda çok önemli reformlar gerçekleştirdi. Dün açıkladığı yeni reform paketi, bu konuda ne kadar kararlı olduğunu bir kez daha gösterdi.
Blair hükümeti, önce tüm İngiltere'deki eğitim seviyesi düşük bölgeleri tespit etti, ardından da dev sanayi kuruluşlarına pamuk eller cebe dedi.
Özendirici olmak için tespit edilen 25 bölgeye, önce hükümet 750 bin sterlin gönderiyor. Ardından da sanayi devleri, seçtikleri bölgeye yüklü bağışlar yapıyor. Bu çerçevede, bir çırpıda sağlanan ek kaynak 75 milyon sterlin yani 34.5 trilyon lira...
İngiltere, dünyanın en iyi eğitim merkezlerinden biri olmasına karşın, hala yeni arayışlar içerisindeyse, bizim neler yapmamız gerektiğini artık siz düşünün!..
8 yılla ilgili dünkü değerlendirmemizi okuyan Milli Eğitim eski Bakanı Turhan Tayan, Yılmaz hükümetini
1997/98 öğretim yılı, 8 yıllık kesintisiz eğitimin uygulandığı ilk yıl olarak tarihe geçti. Dinci gazetelere bakılırsa, 8 yılın ilk yılı tam bir fiyasko. Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı'nın açıklamaları ise dünya eğitim tarihine geçecek bir başarı performansının gerçekleştiği yönünde.
Bizim görebildiğimiz kadarıyla ise her iki taraf da olayı abartıyor. Baştan beri olduğu gibi, olaya sadece ideolojik açıdan yaklaşan dinci yayın organları bu önyargıdan hala kurtulabilmiş değiller. Kırk yıllık eğitim sorunlarını sanki bütün kabahat 8 yılınmış gibi ona yüklemişler. Bırakın gazetecilik objektifliğini, inanırlıklarını da yitirmişler...
Başbakan ve bakanının açıklamaları ise fazlasıyla pembe. 8 yıl yasasının olumlu ya da olumsuz sonuçlarını en erken 5 yıl sonra görebiliriz. Uygulamanın kesin sonuçları ise en erken 10 yıl sonra alınır. Ama onlar çoktan karar verdi.
Bin yıl ötelerden gelen bir Çin atasözü var. Aynen şöyle:
"Bir yıl sonrayı düşünüyorsan: Tohum ek.
EĞİTİMLE toplumsal kalkınma arasındaki etkileşimi, Hakkari gezisinde daha net bir şekilde görebildik.
Hakkari, doğa koşullarının çok çetin olduğu bir kent. Bu doğru. Terörün en fazla etkilediği bir kent, bu da doğru. Ama madalyonun bir de öteki yüzü var: Hakkari'den daha kötü doğa koşullarında olup da kalkınmış pek çok kent görmek mümükün. İkincisi, terör son 15 yıldır var. Oysa Hakkari 3 binlik yıllık bir tarihe sahip.
Hakkari'nin en belirgin özelliği üreten değil, tüketen bir toplumsal yapıya sahip olması. Ne sanayi var, ne de tarım ve hayvancılık. Ne bir meslekleri var, ne de öğreten. Suç onların mı? Kesinlikle hayır. Kabahat onlara hep bu rolü verenlerde...
Türkiye'nin en büyük akarsularından biri olan Zap Suyu'na sahipler. İstense üzerinde en az 10 hidroelektrik santralı kurulabilir ve onbinlerce kilovatsaat elektirik üretilebilir. Ayrıca, on binlerce dönüm arazide sulu tarım yapılabilir. Ama hiçbiri yok. Üstelik elektrik sıkıntısı ve açlık had safhada...
Şu anda dezavantaj gibi görünen
ORADA bir kent var uzakta, hem de çok uzakta. Adı: Hakkari. Dört mevsimi bir arada yaşıyor. İnsanları sevecen, kilimleri dünyaca ünlü. En büyük sorunları: terör, yoksulluk ve cehalet. Ama tüm olumsuzluklara rağmen, Doğu ve Güneydoğu'nun başka hiçbir kentinde göremediğimiz kadar umut dolular.
Çocuğundan yaşlısına, valisinden belediye başkanına, muhtarından savcısına, herhalde doğasından olsa gerek, konuşurken hepsinin gözlerinin içi gülüyor. Yine hemen hepsinin sözlerinin arasında bir nüktedanlık gizli. Tıpkı yıllarca önce bu topraklarda doğup büyüyen Bir Demet Tiyatro'nun Mükremin Abi'si gibi...
Mükremin Abi'nin geçen yıl emekli olan Milli Eğitim Müdürü babası, dedesi de sonsuz espiri kaynağı imiş. Mükremin Abi, meşhur olduktan sonra, gelmese de, gitmese de Hakkarililer yine de onunla gurur duyuyor. Hatta yörenin dünyaca ünlü jirki kilimlerinden birinin motifine onun adını bile vermişler...
Evet, Güneydoğu gezimizin bu haftaki durağı, Türkiye'nin en ücra köşesindeki Hakkari'ydi. Sıra sıra dağların, yüksek tepelerin oratasına
21. yüzyıla çok az kaldı. Bilgi Çağı olacağı konusunda herkes hemfikir. Üzerinde uzlaşma sağlanamayan konu ise yeni yüzyıla kimlerin damga vuracağı. Bilimadamları mı, yoksa ekonomistler, bilgisayarcılar, siyasetçiler, genetikçiler, tıpçılar ya da başkaları mı?..
Tercihler konusunda son kararların verildiği şu dakikalarda, Hacettepe Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erçin Kasapoğlu'nun derlediği 21. Yüzyılda Mühendislik ismini taşıyan kitaptan aktarmalar yapmak istiyorum. Sanıyorum ufkunuzu önemli ölçü de açacak...
Kasapoğlu, kitabını şu sözlere tamamlıyor:
"21. yüzyıl mühendisliği araştırma, geliştirme, tasarım, yapım, üretim, işletme ve yönetim halkalarından oluşan bir zincir olacaktır. 21. yüzyılda sanayide müşteri taleplerini de mühendisler çözümleyecek, hatta bazı sanayi dallarında sermayenin nasıl kullanılacağına da mühendisler karar verecektir.
Bu "eş zamanlı mühendislik" kavramının bir gereği olarak 21. yüzyılda mühendisler, pazarlamadan hukuka, işletmeden yönetim ve
ÜNİVERSİTE adaylarının tercihlerle ilgili son değerlendirmeleri yaptığı şu günlerde, birkaç hatırlatma daha yapmakta yarar görüyorum.
Genel tercih; hem kalite açısından, hem de ücretsiz oluşu nedeniyle devlet üniversiteleri yönünde. Ama yoğun şekilde gelen sorulardan da anlaşılıyor ki, özeller ve yurtdışı üniversiteler de bir hayli gündemde.
Son iki yılda şipşak kanunlarla açılan özel vakıf üniversitelerinin sayısı 18'e ulaştı. İçlerinde her açıdan çok iyi olanlar da var, zaman içinde iyi olmaya aday olanlar da. Ama bazıları da var ki, aradan kırk yıl geçse de değişen bir şey olmayacak...
Parası olanlar için vakıf üniversiteleri iyi bir alternatif. Açıkta kalmaktansa, sınav hazırlığı ya da yurtdışı eğitim için milyarlarca lira akıtmaktansa iyi bir vakıf üniversitesine girmek avantaja dönüşebilir.
Hangi özel üniversite daha iyi? Bize en fazla yöneltilen soru bu...
Gazete ilanlarına, bastırılan buroşürlere, yapılan konuşmalara bakılırsa, bırakın özelleri,
MİLLİYET'in başlattığı "Haydi Güneydoğu'ya kampanyası duygulandıran gelişmelerle devam ediyor. Hemen hergün birbirinden ilginç bağışlar geliyor. Kimi gitarını, kimi piyanosunu, kimi harçlığını, kimi açtığı serginin ya da sergilediği oyunun gelirini, kimi de Sezen Aksu gibi 100 milyar lira değerindeki villasını bağışlıyor.
Güneydoğu dışında gittiğimiz hemen her yerde, kampanyamızdan övgü ile söz ediliyor. "Çorbada bizim de tuzumuz olsun, biz neler yapabiliriz?" sorusu yöneltiliyor. Herkes öylesine içten ki, ilerisi için büyük umutlar veriyor. İşte nihayet Türkiye'nin yıllardır başını ağrıtan Güneydoğu sorunu bitiyor. Bu da coşku yaratıyor.
Bu coşkuyu yaşarken dün önce Sezen Aksu ve menajeri Mustafa Oğuz, geldi. Ardından da Güneydoğu gerçeğini Eşkıya ile tüm dünyaya duyuran Şener Şen ve filmin yönetmeni Yavuz Turgul konuğumuz oldu. Onlar da geçen hafta Güneydoğu'da uzunca bir gezi yapmışlar. Ortak konumuz Güneydoğu ve Güneydoğu insanıydı. Şener Şen yöresel esprileriyle kırdı geçirdi. Yavuz Turgul ve Mustafa Oğuz ileriye yönelik ortak projelerin sinyallerini verdiler. Seze
GİRİŞ sınavları öğrenciler için hayati önem taşıyor. Yapacakları en ufak bir yanlış, yaşamlarının bundan sonraki bölümünü önemli ölçüde etkileyebiliyor. Örneğin bir soru eksik yapsalar en az 3 - 5 puan eksik alıp, hayallerindeki okullara girebilme şansını yitirebiliyorlar. Bir puanda ortalama 10 bin kişinin yer değiştirdiği göz önünde bulundurulursa, bir soruyu doğru ya da yanlış cevaplamalarının önemi çok daha iyi anlaşılır...
İşte böyle bir ortamda, öğrenciler için bir sorunun bile hayati önem taşıdığı bir süreçte, üniversite birinci basamak sınavı ÖSS'de 2, Anadolu liseleri, fen liseleri ve meslekleri sınavında da bir soru yanlış olduğu için iptal edildi.
Öğrencilere sınavda soru başına 1 ila 1.5 dakika süre veriliyor ve bu kadar kısa süre içerisinde soruyu hem okuması, hem de doğru cevaplandırması isteniyor. Bir başkasından yardım alması ya da kitabını açıp takıldığı yerlere bakması mümkün değil.
Oysa soruları hazırlayan anlı, şanlı uzman öğretmenlerin ve onları kontrolle görevlendirilen profesörlerin böyle bir sorunu yok.